26 Aralık 2010 Pazar

Acil

Hayat; tuhaf. Belli bir yaşa geliyorsunuz ve geldiğiniz o noktada hayat ile ilgili çoğu şeyi bildiğinizi zannediyorsunuz. Ama bilmediğimiz pek çok şey var. Hayatın değerini bildiğimizi zannediyoruz en başta. Ama aslında bilmiyoruz. Biliyorsak bile unutmuşuz, farkında değiliz. İşte böyle bir durumda, yaşadığın bir tecrübe sana o farkındalığı iliklerine kadar hissettiriveriyor bir anda. Beynin yoğun bir algı taarruzuna maruz kalıyor, o bilmediğin ya da unutup farkında olmadığın değerin niceliğini yüzüne çarpıyor hayat.


"Beni tanıdığını zannediyorsun ama en ufak bir fikrin bile yok" dedi hayat, daha önce başkalarına milyonlarca kez söylemişti, söylemeye de devam edecek.


Kardeşimin gece rahatsızlanmasıyla birlikte soluğu acilde alıyoruz. Bir sürü hasta bir tane doktor var. Hastaların aciliyetine göre sarı ve kırmızı renkte bir numara veriyorlar, kardeşimin aciliyetinin rengi sarı. Çok acil değil. Haliyle önceliği  kırmızı renge tanıyorlar. Sarı renkli hastalara sıra gelmiyor, bekliyoruz. Çok acil bir hasta geliyor, doktor onunla ilgilenmeye gidiyor. acilde muayene odasında doktor sayısı sıfır. hastalar ise hala bir sürü.


Acilde olmanın kötü yanı, adı üzerinde aciliyetin yoğun olması. Acile birçok defa gitmiş ama en fazla yarım saat kalmış biri olarak bu seferki yaklaşık 3.5 saatlik bekleyiş benim için hayatın tuhaflığı konusundaki en büyük deneyim oldu diyebilirim.


Acilde beklemeye başlayalı 1 saat olmuşken kardeşim hem yorgunluğun hem de aldığı ilaçların etkisiyle uyuyakalıyor koltukta. Ben öylece etrafı seyrediyorum; fazla bir hareketlilik yok. O sırada kapıya ambulans geliyor. Ambulansı görür görmez sıkılıyorum çünkü arabanın camına bakınca hastaya kalp masajı yapıldığını farkediyorum. Sedye önümden acile doğru götürülürken bir görevli hastaya durmadan kalp masajı yapmaya devam ediyor. Arkadan önce bağırışlar yükseliyor sonra ise bu bağırışların sahipleri yani hastanın ailesi geliyor. Önümden teker teker geçiyorlar, ağlayarak.


Dua etmek aslında insanın kendisini iyi hissetmesi için kullanılan bir savunma mekanizması oluyor bazen. O hasta için dua etmek, hastanın iyileşmesini istememin yanında kendimi de iyi hissetmek adına yaptığım bir eylem oluyor aslında. Çünkü elimden başka bir şey gelmiyor. Bu çaresizliğin vermiş olduğu kötü hissi azaltabilmek adına dua ediyoruz bir yerde. Dua etmenin böyle bencil bir tarafı da var sanırım.


Acilin önünde herkes dua ediyor. Hastayı tanıyan tanımayan, kendi derdi için gelmiş olanlar, kucağında bebeğini acile getiren anne bile acildeki hasta için dua etmeye başlıyor.Gözlerde yaş var. Yanaklardan aşağı akan o yaş hiç kurumuyor. Damla damla akıyor, zamanında inşaat ustalarının döşediği o mermerlere düşüyor yaşlar. Acaba o ustalar döşedikleri mermerlerin sürekli gözyaşına maruz kalacağını düşünüp hüzünlenmişler midir?


Hasta hayatını kaybediyor. Bağırışlar, hıçkırıklar, edilen dualar yerini çığlıklara bırakıyor. Dua etmek için kaldırılan o eller artık havada değil, yüzlerde birleşiyor. Öyle yüksek öyle rahatsız edici ki o çığlıklar, o an insanın tek dilediği şey duyma yetisini kontrol edebilmek oluyor. Duymamak gibi bir seçeneğimiz olsa keşke diyorum içimden. Böyle anlarda kulağımızı seslere kapatabilsek... Bencilce...


Hayatını kaybeden hastanın annesi çöküyor bir koltuğa. Oğlu için ağıt yakıyor. Diğer aile fertleri annenin yanında. Onu sakinleştirmeye çalışıyorlar ama nafile. Kendileri de sakin değiller. Eller, ayaklar titriyor istemsizce. Gözyaşları o mermerleri aşındırmıyor pekala ama yürekleri aşındırdığı aşikar. Yanımda benim annen ağlamaya başlıyor. Daha fazla dayanamayıp dışarı çıkıyor.Kardeşim hala uyuyor. Aldığı ilaçların etkisine şükrediyorum o anda. Uyanmasın, kardeşim de bu hasta haliyle kötü olmasın diye diye geçiriyorum içimden.


Kadın bir şeyler anlatıyor çevresine. Aslında onlarla konuşmuyor, sadece konuşuyor. Belki oğlu duyar diye. Duyduğum bir cümle ile tüylerim diken diken oluyor. "Üç oğlum vardı üçünü de kaybettim" Bu cümleyi duyduğumda çevremle alakam bir süre kesiliyor. Kadının dediklerini duyuyorum ama anlamıyorum. Duyduğum o cümle öyle yoğun bir etki yapıyor ki beynim kulağıma gelenleri algılamıyor artık. Kendime geliyorum hemen. Kadın, acısını anlatmaya devam ediyor. İki oğlunu hastane kapısında kaybettiğini, diğer oğlunun ise askerde şehit olduğunu söylüyor. Hastanenin girilmek istenecek en son kapısındaki ikinci bekleyişi de acı ile sonuçlanıyor.


Empati kurmaktan nefret ediyorum bazen. Üç oğlunun kaybeden bir annenin duygularını, düşüncelerini hayal bile edemiyorum, beynim bunu kaldırmıyor. Midem kötü oluyor ama oradan ayrılamıyorum da. Sanki ayrılırsam kadını yalnız bırakacakmışım gibi geliyor. Orada durmak, konuşamasam bile yanında olduğumu hissettirmek istiyorum yaşlı gözlerle.


Hayatın normal düzeninde çocuklar anne-babalarının ölümünü görürler. O annenin hayatın ters yönünü üç defa yaşamasını tanımlayabilmek çok zor.


Yaklaşık 1 saat geçiyor. Ortalık biraz sakinleşiyor. Kadını bir odaya alıp sakinleştiriyorlar. Acil yine eski sakinliğine dönüyor, sanki hiçbir şey olmamış gibi. Ben kendi hayatımı düşünmeye başlıyorum. Kendi hayatımda "dert" dediğim şeyleri düşünüyorum. Suçluluk duyuyorum. En büyük derdim bile o kadının derdinin yanında karınca-fil kıyaslamasına bile denk gelmiyor. Dert edindiklerim için ne kadar üzüldüğümü, ağladığımı düşünüyorum. Sonra kadının derdiyle, üzüntüsüyle, acısıyla kıyaslıyorum. Suçluluk duygum gittikçe artıyor. Hayatın değerini unutacak kadar ne derdim var ki? Annem-babam yaşıyor, sağlıklılar. Kardeşlerim yine öyle. Sevincimi paylaşabileceğim, üzüntümü anlatabileceğim dostlarım var. Onu düşününce mutlu olduğum, aşık olduğum çok güzel bir kadın var hayatımda. Hayatımda eksik olan şeyleri düşünüyorum sonra. O kadının hayatındaki eksiklerle kıyaslayınca elimde koca bir hiç kalıyor. Dert edinip kendimi umutsuzluklara sürüklediğim dertlerin aslında o kadar da dert olmadığını anlıyorum. Üç oğlunu kaybeden o anneyle oturup dertleşsem, "benim de böyle böyle dertlerim var" desem, kadın kalkıp "bunlar da dert mi be?" deyip bir tokat atsa bana tek kelime edemem.


Hayatınızı düşünün. Dertlerinizi. O annenin derdiyle kıyaslayın. Hiçlikler denizinde yüzen  boş bir saldan bir farkımız olmadığını fark edebilirsiniz. Ben fark ettim, ya siz? Böyle bir deneyim yaşamadan fark etmeniz dileğiyle...

19 Aralık 2010 Pazar

Pilav

Gece yemek yemeden uyuyamayan bir insan olarak her gece olduğu gibi dün gece de acıkmışken yemek yiyeyim diye daldım mutfağa, artık ne varsa yemekte onu ısıtayım diye düşünmekteydim. Pilav vardı akşam yemekte. Çok yapmış annem bu sefer. Tencereyi koydum aygaza, altını yakacağım. Annem mutfağa geldi o sırada. "1 tabak yemek için koca tencereyi ısıtma" dedi. Tamam dedim, ufak bi tavaya koyup kendime göre ısıtayım diye düşünerek elimi attım tavaya. Annem durur mu? yapıştırdı cevabı: "1 tabak yemek için pisletme tavayı!" Haydaaa. Pilav bu, soğuk soğuk da yenmez ki kardeşim pardon annecim. lskfjsldfj

Diyeceğim o ki, Clark Kent gibi gözlerimden ışık ışını(oeehh) yayamadığım sürece gece yemekleri derdim hiç bitmeyecek. Ayrı eve çıksam da "yemek yedin mi? ne yedin? makarna yiyip durma" diyecek ki o her annenin en önemli kozudur.

Soğuk soğuk pilav yenmez anne. O tava kirlenecek!

30 Kasım 2010 Salı

De La Mim

Arkadaşlar sağolsunlar üşenmemişler, bana özel birkaç soru sormuşlar. O kadar ısrar ettiler cevaplayalım, sır perdesi aralansın. Biliyorum çok merak ediyorsunuz. Sizi daha fazla merakta bırakmaya gönlüm elvermedi.


1-En sevdiğiniz kelime : Müptezel. (söyle bak senin de hoşuna gidecek lskdfj)
2-Nefret ettiğiniz kelime : Boşver. (nasıl gıcık oluyorum bilemezsiniz.)
3-Ne sizi heyecanlandırır? : Aşk. (ciddiyim lan. diğer konularda buz adamım biraz. lskdfj)
4-Heyecanınızı ne öldürür? : Cevabı yok. Heyecanım ölmez pek.
5-En sevdiğiniz ses : Tuhaf ama, sebebi rüzgar olan gıcırtıları çok severim.
6-Nefret ettiğiniz ses : "pıt pıt pıt" çeşmeden damlayan su sesi. :(
7-Hangi mesleği yapmak istemezsiniz? : Aklıma ilk gelen şey, haber bülteni sunucusu. (şu an haberleri izliyorum evet. lsdkjfs)
8-Hangi doğal yeteneğe sahip olmayı isterdiniz? : Bi çöp adam çizebileydim mesela, iyiydi. :/
9-Kendiniz olmasaydınız kim olmak isterdiniz? : Clark Kent :/
10-Nerede yaşamak isterdiniz? : Plüton'da. lkdjsdlfj Şaka bir yana, deniz olsun yea. 
11-En önemli kusurunuz : Hevesim çabuk kaçabiliyor.
12-Size en fazla keyif veren kötü huyunuz : Çirkefliğim. 
13-Kahramanınız kim? : Güneş.
14-En çok kullandığınız kötü kelime : Mal
15-Şu anki ruh haliniz : Her zamankinden.
16-Hayat felsefenizi hangi slogan özetler : Yaşasın yemek yemek!
17-Mutluluk rüyanız : İddaa'dan tek maçla yatmamış bir nesil hayal ediyorum. (geyiğe mi sardık ne lkdjfhsdklgh)
18-Sizce mutsuzluğun tanımı : Perde asmak. Emin olun hiç mutlu olmuyorum!
19-Nasıl ölmek isterdiniz? : Yaşayarak.
20-Öldüğünüz zaman cennete giderseniz Allah'ın size ne söylemesini istersiniz? : "okeye dördüncü lazım."


Cevapları okudunuz ve evrenin sırlarına vakıf olmak adına önemli bir adım daha attınız. Kendinizi daha huzurlu ve mutlu hissediyor olmalısınız. (Bu bilgiler wikileaks'te bile yok!!! lskfjsdlfsjf) 

27 Kasım 2010 Cumartesi

Tweetspot

Güzel uyanıyorum. Keyfim yerinde. Bir bardak çay, sıcak. Dışarıdaki hava gibi.

Sınavım var, toparlanıyorum. Saçımı yıkayacaktım, sınavdan sonra vaktim var, gelince yıkar sonra çıkarım dışarı diyorum.

Sınavdan çıkıyorum. Keyfim hala yerinde. Sonra bozuluyor. Sınavla alakalı değil.

Yemek yemek için girdiğim bir işletmede, eskiden ambulans şoförlüğü yapmış bir adamın hikayelerine kulak misafiri oluyorum. Komik, çaktırmadan gülüyorum.

Eve geliyorum, saçımı yıkamaya gerek yok.

Hava soğuk, başım ağrıyor. Alakasız, farkındayım. Boş boş oturuyorum. Çay içiyorum bir yandan. İçim ısınıyor ama dışım soğuk. Soğuğu severim, çayı da. Tezat.

Yine onu düşünüyorum. Sanki iki beynim varmış gibi. Biri sadece onu düşünmekle görevli. Güzel de düşünüyor kereta. Diğeri geri kalanları düşünüyor. Bazen aksıyor bu. Önceden de aksardı. Bir değişiklik yok.

Aklımdan çıkmıyor hiç. 7/24 onu düşünüyorum desem abartmış olmam gibi geliyor.

Rüyamda sadece onu görüyorum. Neredeyse 3 haftadır onunla yatıp onunla kalkıyorum. Yatarken aklımda, uyurken aklımda, uyandığımda yine aklımda.

Garipsiyorum, gülüyorum kendi kendime. Garip ama unutmak gibi bir derdim olmamasına seviniyorum. Normalde unutkanım. Diğer konularda hala unutkanım aslında. Dedim ya, onu düşünen beynim iyi çalışıyor, teklemiyor. Diğerinde var bir sorun.

Onun için hep bir şeyler düşünüyorum. O mutlu olsun, ben zaten mutlu olurum diyorum. Onun mutluluğuna bağımlıyım. Birine bağlanmak sadece sadakatle alakalı değil. Birinin mutluluğuyla mutlu olmak da bir yerde bağlanmak...

Gülüyorlar... Halime. Bunu garipsemiyorum. Kendime dışarıdan baksam ben de gülerim. Gülenler dalga geçmek için gülmüyor tabii. Beni mutlu görmeye, daha farklı görmeye seviniyorlar. Dostlarım... Size de bağımlıyım.

Öylesine yazıyorum, siliyorum. Deftere yazıp silinenler ardında iz bırakıyor, görünüyor. Burada sildiklerimi siz göremiyorsunuz. Silinenlerden hiçbir iz kalmıyor. Belki yanlış yazdığım bir kelimeyi sildim, belki yazdığımdan pişman olup sildim. Bilemeyeceksiniz.

Ufak ufak notlar yazar gibi yazıyorum. Başım hala ağrıyor; uzun cümleleri, uzun paragrafları toparlayamıyorum.

12 Kasım 2010 Cuma

Ne Yazıcam Şimdi Lan?

Adını hiç sevmem direkt söyleyeyim. Kompozisyon... Yazmayı çok sevip de bu yazma eyleminin adından nefret etmek ironinin hasıdır herhalde. Bir kompozisyon isminden bir de kapitülasyon isminden nefret ettim hep. Ne bunlar lan? Adam gibi kelime bulamadınız mı arkadaşım? Sinirlendim bak, her neyse. Şimdi bu kompozisyon dediğimiz adı batasıca naneyi ilkokulda öğrendik ilk. Gerçekten öğrendik mi peki? Hayır, öğrenmedik. Klasik bir tanım dinledik, sonra öğretmenin "yarın derse çizgisiz kağıt getirin, derste kompozisyon yazacaksınız" notasıyla "üç buçuk atmak" nedir ne değildir, bunu öğrenme aşamasına geçtik hepimiz, kabul edin şimdi. Bilmiyorsun ya, geriliyorsun haliyle. Zaten ergen bile değilsin daha. Öğrencinin en alık halet-i ruhiyesidir bu dönem. Duyduğun her kavram yeni bir şey. Nedir, ne oluyor, nerdeyim ben? diye sayıklarken bir bakıyorsun elinde kurşun kalem, önünde bir çizgisiz kağıt. Saat de olmuş üç buçuk. Bi terlemeler, bi etrafa bakınmalar, bi telaşe sarıyor dört bir yanını.

Bir ilkokul öğrencisi için kompozisyon yazmanın en büyük sorunu "ne yazıcam şimdi lan?" sorusunun cevabında gizli. Gizli dediğime bakmayın siz, çoğu öğrenci için cevap belli: Bir şey yazamayacak. Kompozisyon ödevini duyduğu andan itibaren öğrencinin o an beyninde oluşan karmaşa, Einstein amcanın kafasındaki karmaşayı sallar, bir köşeye atar nakavt eder. En afilli fizik kuralı, ilk defa kompozisyon yazacak olan öğrencinin "ne yazıcam şimdi lan?" sorusundan daha kolaydır. Bu soruya verilecek cevap da, adres tarif ederken kullandığımız "caminin karşısında" sözünden farklı değildir: "yazın tatilde neler yaptığımı yazayım" En büyük öğretmen kozu bu. Başka da bir şey söylemez. Kompozisyon mu yazılacak? Yazın ne yaptığını yaz evladım. Mektup mu yazılacak? babaannene - anneannene, yazın neler yaptığını anlat. Bir öğüt hiç değişmez mi öğretmenim? Bu mu yani? Her ödevde aynı terane. Hayır, yazın bir şey yapmış olsak neyse, yazalım onu. İlkokula giden bir çocuk yazın ne yapacak ki lan? Sabah akşam top oynar, ip atlar, seksek oynar akşam eve gelir tv izler. Geceye doğru annenin-babanın sert bakışları gözetiminde odanın yolu tutulur ve uyunur. Budur yani. Hadi hiç olmadı, her yaz tatilinde yapılan "1 haftalık memleket gezisi"nden öte ne yapabiliriz öğretmenim? Kıraathane kültürü için yaşımız genç, internet kafeye gittiğimi mi yazayım sana? Kıllık edip "misket oynadım üttüm senin oğlanı öğretmenim. Ağlaya ağlaya gitti hehe" yazacaksın o kompozisyona aslında ya, neyse.

Üç buçuk atsak da o kompozisyon yazılacak, kaçış yok. Ne yazacağımıza da karar verdik diyelim. Başka bir telaşe sarıyor yine dört bir yanı: Sen de "Giriş-Gelişme-Sonuç" üçü bir aradası, ben diyeyim bermuda şeytan üçgeni. Giriş nerde biter? Nerde geliştireyim? Bu yazdığım gelişmeye mi dahil oluyor? Sonuca bağlayamadım lan derken, kağıda göz ucuyla bir bakıyorsun karman çorman bir yazı peydahlanmış, yazan belli ama ne yazıldığı belli değil. O aşamada "neyse lan yazdık işte" deyip rahatlıyorsun ya, o rahatlık uzun sürmüyor hiçbir zaman. Öğretmen bir şey daha demişti. Ne demişti? Lan! Kenar boşluklarını unuttum! Kağıdın en ucundan yazmaya başlayıp, sağdan soldan iğne ucu kadar boşluk bırakmamayı başarmış olmak demek, alacağın not hakkında çok önemli ipuçları verir sana: Otur 0!'dan bir üst seviyedesin evladım. Paragraf falan yapmadıysan o kağıdı yırt zaten. Belki yarın öğretmenin yanına gider "öğretmenim ben dün hastaydım gelemedim" der tekrar bi şansını denersin ama yemezler. Kompozisyon senin olayın değil, anlamış olursun üzülme.

En kıl olduğum şey ise, bu yazılan kompozisyonları öğretmen değerlendirir, en iyilerini sınıftaki panoya asardı. Ben kompozisyon yazma olayında anlattığım durumlara hiç düşmedim pekala ama o panoya kompozisyonları asılan sınıf arkadaşlarıma hep kıl oldum, itiraf ediyorum.

Benim yazdıklarım daha güzeldi lan ibneler!

2 Kasım 2010 Salı

Gerçeğin İzdüşümü


Eylül, ne sıcak ne de soğuk... Ortada kalmış, belki de ne yapacağını bilememiş ya da bilmek istememiş, taraf seçmemiş. Eylül, bir sonbahar simgesi, sonbaharın en gözde belirteci. Eylül, ağacın yapraklarını sarartarak bilinen, gelişini belli eden ay. Ağaçların bir yaprağa sahip çıkamamalarının, yine aynı ağaçların dallarıyla baş başa kalmasının sebebi, dökülen yaprakları son yolculuğuna uğurlayan o ılık rüzgarın azmettiricisi olan ay, Eylül...

Bir Eylül sabahı. Uyanış, güzel bir uykunun son raddesi. Yeni bir günün güzelliğinin habercisiydi belki. Yataktan kalkmak, o huzurun kaybolacağı korkusu yüzünden zordu. Bir süre öylece uzandı yatakta. Kollarını iyice açtı, gerindi, huzurlu olduğunun farkındaydı. Yatakta doğruldu, ayaklarını yavaş yavaş yere değdirdi. Yerde halı vardı, biraz pisti. Halıdaki o ufak kırıntılar ayağına battığında yataktan çıktığına neredeyse pişman olacaktı. Kalkmak zor gelse de, kalktı istemsizce. 

Hava ne sıcak ne de soğuktu. Eylül, olması gerektiği gibi, aslında bir hakem misali yine tarafsızdı o sabah. Gökyüzü aydınlıktı ama gizliden gizliye içinde yaşattığı başka bir renk daha vardı. Sonbahara özgü, göğe bakıldığında yaşıyor olmanın güzelliğini içinize sindiren bir kızıllık vardı aydınlığın içinde. Yağmur hep yeryüzüne yağacak değil ya, gökyüzüne yağmur yağamaz belki ama kiremit tozu yağmıştı.

Yataktan kalkıp banyoya doğru yürümeye başladı. Uyku esnasında mesai saati biten gözlerin artığı olan çapakları temizlemeden, yüzünü yıkamadan kendine gelemezdi. Evde hiç ses seda yoktu. Tek uyanan kendisi miydi bilmiyordu. Merak etti, banyoya girmeden önce diğer odalara göz gezdirdi. Herkes uyuyordu. Daha önce gördükleri binlerce rüya gibi, o gördükleri rüyayı da unutacaklarını bilseler de her biri ayrı bir alemde rüya görmeye devam ediyordu. Gülümsedi, odanın kapısını sessizce kapattı. Gözleri yarı açık bir şekilde yavaş yavaş banyoya doğru yürüdü. Bir yandan da elleriyle gözlerini ovuşturuyordu. Uyanınca mesai saati başlayan gözler, bu ilk dakikalarda nazlı olurdu hep. Lavaboya geldiğinde eğildi, elini çeşmeye uzattı ve yavaşça açtı. Usulca akan suya, iki elini birleştirip uzattı. Ellerinde biriken suya baktı önce. Parmaklarının arasından su sızsa da avucunda biriken su taşıyordu. Biriken suyu yine yavaşça yüzüne çarptı. Havanın aksine, su soğuktu. İrkildi. Aynı merasimi birkaç defa daha yaptı. Çeşmeyi usulca çevirdi. Akan su azala azala ip gibi ince bir hale büründü önce. Sonra kesik kesik akmaya devam etti. Bir süre sonra da dökülen birkaç damla ile akışı tamamen kesilmişti çeşmenin.Hiç bakmadan kapının arkasına götürdü elini. Bir havlu aldı. Yüzünü havluyla kapatıp öylece durdu. Çeşmeden akan su kanalizasyona karıştığında havlu da ıslaktı. 

Huzurlu uyanışını bir güzel bir kahvaltıyla devam ettirmeye karar verdi. Arkadaşlarının uyanmasını bekleyemedi. Acelesi vardı, çok özlediği sevgilisiyle buluşacaktı. Çok güzel bir gün planlamıştı. Günlerden pazardı. Bütün gün yorulasıya kadar gezeceklerdi. Günün güzelliğini düşündükçe, yapacaklarını kafasında kurguladıkça heyecanlanıyordu. Kahvaltıyı neredeyse unutuyordu. Midesi ona seslenerek açlığını belli edince hatırladı. Canı gözleme çekti. Yakınlarda bir yerde gözleme satan bir yer vardı. Dışarı çıkmadan önce ocağa çay suyu koydu. Çay bağımlısıydı, kahvaltı çaysız olmazdı tabii ki. Dışarı çıkıp o güzel havada yürümeye başladı. Hızlı yürürdü normalde. Ama hızlı yürümek istemiyordu bugün. Güzel havanın, o hafif kızıl gökyüzünün keyfini biraz daha sürecekti bu şekilde. Sanki içine doğmuş gibi, gözlemeleri fazla almıştı bu sefer. Eve döndüğünde dostu uyanmıştı çünkü. Beraber kahvaltı yapmak için her zaman imkanları olmuyordu. Güzel başlayan gün, güzel devam ediyordu. Bir yandan sohbet edip bir yandan da kahvaltı yapıyorlardı. Mutlu olabilmek için çok şeye ihtiyaç yok aslında. Bu kısacık vakit bile onları mutlu etmeye yetiyordu çünkü.

Gün öğle saatlerine geldiğinde, güneş gökyüzünde olabildiğince tepedeydi. Ama en tepeye çıkamıyordu hiç. Sevgilisiyle saat 13:00 gibi buluşacaklardı. Tıraş olmak için banyoya gitti tekrar. Çıktığında yüzü parlıyordu ama en parlak yeri yüzü değil gözleriydi. En beğendiği kıyafetlerini giyip olabildiğince geç dönmek için tekrar çıktı evden. Uzun ve çok güzel bir gün olacaktı. Buluşma yerine erken gelmişti. Beklemeye başladı. Saat 13:00'a yaklaştıkça daha çok heyecanlanıyordu. Sevgilisinin geldiğini gördüğünde artık heyecanını da unutup sarıldı ona sıkıca. El ele tutuşup yavaşça yürümeye başladılar. Yüzü gülüyordu, mutluluk hiç bu kadar hissedilir olmamıştı.

Ankara'nın Cebeci diye bir yerinde Hamamönü adında ufak bir yerleşim yerini gezeceklerdi önce. Ankara'nın eski tarihinin bir parçası yatıyordu burada. Hala ayakta duran eski evleriyle ünlüydü. Ayakta durmaları için tadilat yapılmıştı, bu evler yitip gitmemeliydi. Uzunca bir süre, Hamamönü'nün kısa ve dar sokaklarında, restoran ve kafeye dönüştürülmüş o eski evlerin arasında dolaştılar. İkisi de çayı çok severdi. Hem çay içmek hem de hafiften yorulan bedenlerini dinlendirmek için bir kafeye oturdular. Bu güzel günün keyfini çıkarmanın huzuru devam ediyordu.

Antika dükkanlarıyla ünlü Ankara Kalesi'ydi bir sonraki durak. Buranın çay bahçeleri de çok güzeldi. Asıl Ankara burasıydı aslında. Biz Ankara'yı; Kızılay, Bahçelievler gibi popüler mekanlardan ibaret görüyorken, eskiler Ankara Kalesi'nin olduğu yere Ankara diyordu. Ankara nesilden nesile farklı görülüyordu demek ki.

Antika dükkanlarının olduğu sokağa geldiklerinde plak satan bir dükkana rastladılar.Gramofona olan ilgi ikisinin ortak noktalarından biriydi. Sevgilisi daha önce yolda bir eskicinin arabasında görmüştü bu aleti en son. O gramofonla kim bilir kaç şarkı çalındı kulaklara... Kim bilir kaç kişi dans etti, gramofondan gelen hafif cızırtılı şarkı eşliğinde. Şimdi bir eskicinin arabasında kim bilir, belki de son bir şarkı çalamadan kalkacaktı ortadan. Antika dükkanları insana ne kadar hüzünlü gelse de, o eşyaların hala yaşıyor olduklarını bilmenin sevinci o hüznü yumuşak bir huzura dönüştürüyordu. Antika da olsalar onlar yerli yerinde duruyordu.

Gün, akşam saatlerine yaklaşırken ikisi de oldukça yorulmuştu. Artık kendi evlerine doğru yol alma vakitleri gelmişti. O an, sevgilisinin telefonu çaldı, arayan annesiydi. Dışarı çıkacağını söylemek için aramıştı. Sevgilisinin kardeşi dershanedeydi. Annesi de dışarı çıkacağı için ev boş kalacaktı, eve dönmek istemedi. İlk buluştukları yere, Kızılay'daki Kitapça adlı mekana gitmeyi seçtiler yine. Karşılıklı oturdular, çok yorulmuşlardı. Sevgilisi neredeyse uyuklayacaktı. Bir ara, gözleri istemsizce kapanıp başı öne doğru hafifçe eğildi. Uyukluyordu artık. Sevgilisinin uyukladığını görünce oturduğu sandalyeyi onun hemen yanıbaşına çekti, yanına oturdu. "Başın öne eğilmesin hiç, başını omzuma koy öyle uyu" dedi ona. Elini tuttuğunda sevgilisinin başı omzundaydı.  Elinin sıkıca tutulduğunu hissetti bir an. Sevgilisi uyandığında onun yanında olmayacağından korkuyordu sanki. "Korkma, yanından hiç ayrılmayacağım" diyeceği anda elini tuttuğu el rahatlamıştı. Sevgilisi o sözü duymasa da hissetmişti. Artık uyuyordu. Omzundaki başa kendi başını dayadı yavaşça. Gözlerini kapattı, "seni çok seviyorum" dedi. "Duyuldu mu?" sorusunun cevabını bilemese de, bu söylediğini sevgilisi duymamış olsa da onun bunu zaten bildiğinden emindi.

Telefon çalıyordu. Çalan sesle uyandı, telefona bir süre bakmadı. Gözlerini açtığında yüzü gülüyordu. Aklından tek bir cümle vardı: "Meğer hepsi rüyammış" dedi...

15 Ekim 2010 Cuma

Hiç Tanımasan da Özlersin.

Benim dedem demirciymiş. Arabasıyla yola çıkıp demir satın alanlardan değil de, demiri işleyenlerdenmiş. Ben hiç görmedim onu. Göremedim desem daha doğru aslında. Çok zaman önce vefat etmiş. Herhalde bir 40 sene var sanırım. Babam bile çok ufakmış ki o bile tam hatırlamıyor babasını.

Hayatımda eksikliğini hissettiğim pek bir şey yok. Yani eksiklik derken, gerçekten ihtiyacım olan ya da olmasına ihtiyacım olduğunu düşündüğüm şeyleri kastediyorum. Çok klişe gelse de mesela paranın eksikliğini hissetmedim hiç. "ne az ne de çok" şeklinde özetleyebileceğim bir gelirim oldu benim. Gelir kaynağıma gelince; normal olarak babamdı. Çoğu insan için olduğu gibi. Ben babamdan para isteyemem pek. Çekindiğimden değil de, huy olmuş daha çok. Ufakken bile hep anneme söyler, ondan alırdım harçlığımı. Evin geçimine bir katkım olmaması, para kazanmak için sabahtan akşama kadar çalışan biri insandan para isteme eğilimimi engelliyordu sanırım. Sırf bu yüzden parasız kaldığım bile olmuştur. Annem ne zaman evde olmasa bilirdim ki o gün zor geçecek. Ya babam kendisi verecekti ya da parasız öylece oturacaktım evde. Ufak bir velet olduğum için elime öyle çokça para da geçmiyordu haliyle. Sözün özü; babadan para istemek zor, baba olmak daha da zor.

Eksiklik demiştim. İşte hayattaki tek eksikliğim, olmasına ihtiyaç duyduğum tek şey dedemdir. Babam için ise hayattaki tek eksikliği; babası... Eksik olan iki kişi aynı kişi. bizi, yani babamla beni tamamlayacak kişi.

Eski bir fotoğrafı var. Renksiz. Fotoğrafın bir kısmı yırtılmış. Dedeme ait elimizdeki tek kaynak bu. Babam fotoğrafa bakıp anımsamaya çalışıyor. Hatırlar gibi oluyor ama kesin bir anı yok. Buğulu, hiçbir zaman tam olarak hatırlanmayan, hatırlanamayan bir rüya gibi onun için. Fotoğrafta 3 kişi var. Siyah saçlı, uzun boylu, cüsseli, dik duran bir adam. Tam ortada. Diğerlerinin kimliği belirsiz. Benim için ise önemsiz... Onlar da birilerinin babaları, dedeleri ama benim ilgilendiğim o uzun boylu, cüsseli demirci adam.

Büyük bir kaya -içi oyuk bir şekilde- köydeki evin önünde dururdu. Her ne kadar baba memleketine 3-4 defa gitmiş olsam da köyle alakalı aklımda kalan tek şey budur. Dedem, bu içi oyuk büyük kütleyi demir eritmek için kullanıyordu sanırım. Ondan kalan pek bir şey yok. Ne bir eşya ne de bir anı. Yani bana dedemi, babama da babasını anlatacak tek bir eşya yok. Bir ev bir de içi oyulmuş kaya. Bunun da bir ismi vardır ama ben bilmiyorum. Çok da önemli değil. Demir eritilen kap işte. 

Dede figürü çok ayrı bir kavram benim için. Belki de hasretini çektiğim içindir. Belki de dizinin dibine hiç oturamadığım ya da kucağında uyuyakalamadığım için özlüyorum onu. Hiç sahip olamadığım halde. Anlayacağınız, insan bir şeye sahip olamasa da özlüyormuş.

Köyde tanıdığım pek kimse yok. Dedemi tanıyanlar da ya ölmüş ya da farklı şehirlere oğullarının, kızlarının yanına taşınmışlar. Bana onu anlatacak birileri de yok anlayacağınız. Ne bir eşyası kaldı ne de onu tanıyan birisi. Konuştuğum kişiler de pek bir şey hatırlamıyor. Tek bildikleri ya da hatırladıkları diyelim, siyah saçlı, uzun boylu bir adam.

Köye ilk gidişim ile aklıma kazınan oyuk kaya parçası, yıllar sonra tekrar köye uğramam ile hayal kırıklığına dönüştü. Çünkü, kırılmıştı. Kim niye kırmış bilemem ama dedemden kalan son şeyi de maziye gömmüş oldu.

Artık zihnimde canlanan kişi var sadece. Hem benim hem de babam için. Bazen babamın yerine kouyorum kendimi. Kendi babamı hatırlayamadığımı hayal diyorum. Babasız büyümek.. Şu iki kelimeyi yazarken bile zorlanıyorum.

Dedem; siyah saçlı, uzun boylu, cüsseli, dik duran bir adam. Demirci. uzanıyorum yatağıma, kapatıyorum gözlerimi. Onu düşünüyorum. Kah dizinin dibinde oturuyor kah kucağında uyukluyorum. Hiç görmemiş, tanımamış olsam da onu özlüyorum.




NOT: Ekşi Sözlük'te yazmıştım bunu zamanında. Belirteyim; http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=18288820 

2 Ekim 2010 Cumartesi

Birinden Hoşlandığını Anlamanın Yolları

İlgi duymak, hoşlanmak, sevmek ya da aşık olmak. Bu dört kavram da birbirinden ayrı şeyler aslında. Duygularımızın yoğunluğuna göre bunlardan birini kullanmayı seçiyoruz. Ancak şöyle bir durum var; neye göre seçiyoruz? Duygularımızın yoğunluğunu neye göre belirliyoruz? Bir ilgi duyuyoruz ama hoşlanıyorum diyecek kadar mı? Ya da hoşlanıyoruz ama "seviyorum" diyebiliyor muyuz? Bazen buna karar veremiyoruz. İşte bu karar verememe aşamasında en muallak olanı bana göre "hoşlanmak."

Hoşlanma aşamasında olduğumuzu belirlemek adına bir şeyler yazmak istedim. Çünkü bir ilişkiye başlamanın anahtarı bu aşamada saklı. İlgi duyduğun biriyle sevgili olmaya cesaret edemeyebilirsin. Çünkü duyguların topraktan yeni yeni çıkmaya başlamış bir filiz gibi (filiz sevişelimmi? esprisi yapanı sorunun sahibi kovalasın!), yeni yeşermeye başlamış. Daha tam olarak anlamlandıramıyorsun duygularını. İlgi duymak geri dönüşü olan bir aşama. Çünkü duyguların yeni ve kırılgan. Herhangi bir sebepten ötürü ilgin sönebiliyor. İlgin sönmediğinde filiz büyüyor (yapma dedim!) ve artık içten içe heyecanlanmaya başlıyorsun. Eskisi gibi kırılgan değil duyguların. Artık kendine "o benim sevgilim olmalı" demeye başlıyorsun yavaştan. (Yavaştan dedik, hemen kıza "sevgilim olur musun?" deme hele bi soluklan lksdjf)

Hal böyleyken, birinden hoşlandığını anlamak için birkaç yöntem saymak istedim kendimce. %100 çalışmazsa "sen böyle böyle dedin, yalanmış her şey!!" diye bana yakınma dostum. (En altta küçücük harflerle bişiler yazıyor. Okuma orayı lkfjslfd)
Birine ilgi duyuyorsunuz ama hoşlandığınızdan emin değilseniz sizi aşağıya alalım. Siparişiniz az sonra gelecek. 

Başlayalım;

Birinden Hoşlandığını Anlamanın Yolları

No:01, Hoşlandığını düşündüğün kişi aklına geldiğinde kalp atış hızın artıyorsa demektir ki hoşlanıyorsun.

No:02, Hoşlandığını düşündüğün kişinin başka birinden bir teklif alacağını düşün. Sinirlerin bozuldu di mi? Uyuz oldun. Ondan hoşlanıyorsun hadi yine iyisin çakaaal!

No:03, Onunla sürekli görüşmek istiyorsan, MSN'de çevrimiçi olup olmadığına baktığın ilk kişi oysa ya da sonradan çevriçi olduğunu gördüğünde heyecanlanıyorsan "o geldi" diye, hoşlanıyorsun abi git konuş bence.

No:04, Gece yatarken, onun sana daha önce gönderdiği mesajları tekrar okumaktan keyif alıyorsan, okurken yüzün gülüyorsa ve bunu sürekli yapıyorsan, hoşlanıyorsun. (Bakıyorum yüzün güldü! Heyecanlandın di mi? lksjf) 

No:05, Yolda yürürken aklına o geldiğinde aptal aptal gülüyorsan, hoşlanıyorsun dedik git konuş dedik sen hala burdasın ohoo!!

No:06, Sık görüştüğün arkadaşların "sende bir değişiklik var" diyorlarsa sana, hoşlanıyorsun demektir ama bu konumuzla alakalı olmayabilir de. Mesela piyangodan para çıksa sende bi değişiklik yine olur şimdi yeme beni. lskdjsf

No:07, Ondan bir süre uzak kaldığında huzursuz oluyorsan, onu çok özlüyorsan, hoşlanıyorsun demektir de bu çok aşikar bir kural, bunu bile bilmiyorsan senin işin zor be :/

No:08, Onunla konuşurken içinden "senden hoşlanıyorum" demek geliyorsa ve zor tutuyorsan kendini, hoşlanıyorsun demektir ki kalp yalan söylemez. Genellikle yani. lskdjfsdlfj

No:09, Arkadaşların sana "manita yaptın mı?" diye sorduğunda, hoşlandığını düşündüğün kişi için "manita" denmesine bozuluyorsan, hoşlanıyorsun demektir. Manita ne lan?!!

No:10, Üstteki maddelerden en az 4 tanesini sen de yaşamışsan hoşlanıyorsun demektir ki, ayvayı yedin afiyet olsun. Hesabı hoşlandığın kişiye veriyorsun, hadi abi kapatıyoruz hadi!

28 Eylül 2010 Salı

Korkuya Alışmak

Yazma eğilimi çok garip bir döngü. Yazmak, bir şeyleri, duyguları, düşünceleri kelimelere dökme isteği belki sadece bir meşguliyet isteği. Yazarken kafandaki o yoğun hissiyattan uzaklaşıyorsun bir yerde. Belki de bu sebeple yazıyoruz zaten binlerce kez yazılmış olanları. Hatta yazdıklarımızın daha önce binlerce kez yazıldığını da biliyoruz, farkındayız. Yine de yazmak istiyoruz. Binlerce kez yazılmış olanı yazacağım şimdi mesela. Bu yazdığım, bu konuda yazılan diğer yazılardan çok farklı olmayacak. "aaa bak bunu kimse söylememişti" demeyeceksiniz bu yazıyı okurken. Yazmak yerine başkalarının yazdıklarını okuyabilirdim de. Ama aynı rahatlığı sağlamıyor bu.Yazılanı okumak yazmak kadar rahatlatmıyor. Sanırım, "içini dökmek" bu olsa gerek. "Binlerce kişi dökmüş içini. Senin yazacaklarınla aynı şeyler hepsi. Onları oku işte." diyorum kendi kendime. Ama yine de yazma dürtüsüne engel olamıyorum. Aynı şeyleri yazacağımı bile bile yazmak istiyorum, yazacağım.

"Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmam" diyen insanın samimiyetsizliğiyle iç içe yaşıyoruz. Bu kalıbı kullanan kişilerin dayanak noktası ise tamamen fiziksel aslında. Mesela "dayak yemekten korkmuyorum" diyebilirler. İşkence görmekten korkmuyorum diyebilirler. "Senin kemiklerini kırarım" tehdidinden korkmadıklarını söyleyebilirler. Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmamanın fiziksel bir altyapısı var onlara göre. Bu hiç korkmayan kişiler, korkunun psikolojik boyutunu pek hesaba katmıyorlar.

Korkunun psikolojik boyutu nedir mesela? En basiti, sevdiklerini kaybetme korkusu. Allah'tan başka hiçkimseden korkmayan adama "sevdiklerini kaybetmekten de korkmuyor musun?" diye sorsam beni tatmin edebilecek bir cevap verebileceğini sanmıyorum. Benim korktuğum gibi o da korkuyor çünkü. Ama bunun farkında değil. Çünkü korkuyu fiziksel bir yapıda düşünüyor o. Korkuyu ete kemiğe bürünmüş bir varlık olarak çiz desen bu kişiye, büyük ihtimalle fiziksel olarak çok güçlü, büyük bir karakter çizer o kağıda. Ama korku sadece şiddetten doğmuyor.

Korkuyu bir acze düşme durumu olarak görmek, korkuyu "kötü" görmek ilk defa ne zaman ortaya çıktı merak ediyorum aslında. İnsanın çokbilmişliği midir korkuyu kötü görme sebebi? Korkmamak bir üstünlük belirteci midir? Eğer öyleyse, benim böyle bir belirtecim yok. Üstün değilim, korkuyorum. Birçok şeyden korkuyorum hatta.

Şu sıralar içimi kemiren korku, babamı kaybetme korkusu. Ortada sağlık açısından hiçbir sebep de yok. Yaşlı sayılmayacak bir yaşta -47- olan babamın herhangi bir hastalığı yok. Kalbinde bir problem yok. Emekli bile olmuş değil. Hala dinç. Ama yaşadıklarım, çevremde olup bitenler o korkuyu içime düşürdü.Yakın zamanda 3 samimi arkadaşımın babalarını kaybetmelerine şahit oldum. Üçünün de ölüm sebebi kalp krizi. Üçü de yaşlı sayılmayacak yaştaydı. Bildiğim kadarıyla da sağlık problemleri yoktu. Son 6 ay içerisinde ise toplamda 7 ölüm haberi aldım. Arkadaşlarımın babalarıydı hepsi.

Hayatın döngüsüne bir çomak sokulmadıkça -o beni kaybetmezse yani- ben de babamı bir gün kaybedeceğim. Bunun farkındayım. Acı bir farkındalık hissi bu. Bunu engelleyebilmek imkansız. İmkansız değil aslında, engellemenin tek yolu işte o çomak. E bu da babanın çocuğunu kaybetmesi demek oluyor ki bence "babayı kaybetme korkusu"ndan daha büyük bir korku. Bir insanı dünyaya getirip onu büyütmek, onun için gece gündüz demeden emek harcamak ve bütün bunların üzerine onun öldüğünü görmek, bir çocuğun kendisini yetiştiren kişinin ölümünü görmesinden kesinlikle daha büyük bir acı. Bu yüzden bir baba, çocuğunun ölümünü görmemeli. Hayatın akışına o çomak sokulmamalı. Bir çocuk, babasının bir gün öleceğini bile bile yaşar. Ama bir baba, çocuğunun ölümünü göreceğini bile bile yaşamaz, yaşamamalı da.

Korkuya alışmak; babanın bir gün öleceğini bilmek...

22 Eylül 2010 Çarşamba

Tükenmez Hayat

Bir tükenmez kalemle ne kadar yazılabilir? Tükenmez kalem gerçekten tükenmez mi? Tükenirse ne zaman tükenir? Bir tükenmez kalemle kaç harf kaç cümle yazılabilir, bilinir mi? Ya da, tek bir tükenmez kalemle bir roman yazılabilir mi? Hiç olmadı bir hikaye?

Mürekkep seviyesi görünen bir tükenmez kalemdir hayat. Yeni aldığınızda hiç bitmeyecekmiş, tükenmeyecekmiş gibi gelir. Çok mürekkep var daha çünkü. Bakıp görüyorsun. Bu yüzden bir tükenmez kalemi tüketebileceğimizi düşünmeyiz hiç. İşin aslı, hayat da biraz böyle. Kalemle yazmaya devam eder gibi yaşamaya da devam ediyoruz. Bir tükenmez kalemi tüketebileceğimizi düşünmediğimiz gibi, bir hayatı yavaş yavaş tükettiğimizi de farketmiyoruz.

Bir tükenmez kalemi kullanmaya başladığımızda ilk günler güzeldir hep. Yeni olmasının heyecanını yaşarız. Hem mürekkebi de çok, bitmeyecek. Ama yavaş yavaş azalır o mürekkep. Bunu farkettiğimizde işte, tükenmez kalemin aslında "tükenmez" olmadığını da anlamaya başlarız. Çocukken anlayamadık bunu. Anlayamazdık desek daha doğru aslında. Çünkü sabit bir kalemimiz yoktu o zamanlar. Evde elimize geçen herhangi bir kalemi kullandık hep. Haliyle hiçbir tükenmez kalem tükenmedi elimizde. Zaten çocukken tükenmez kaleme de ihtiyacımız yoktu. Okulda da kullanmazdık. Öğretmen kızardı. Çocukken tükenmez kalemin tükendiğini bilmediğimiz gibi hayatın tükenirliğinden de bihaberdik. Böylesi daha iyiydi belki, kim bilir?

Çocuktuk, büyüdük. Artık kurşun kalemin yanında tükenmez kaleme de ihtiyacımız vardı. Kendimize ait tükenmez kalemimiz oldu haliyle. İşte o zaman farkettik kandırıldığımızı. Tükenmez kalem tükeniyormuş. Kandırmışlar bizi. Kalemi kullandıkça mürekkep azalıyordu, farkettik. Yavaş yavaş da olsa bitiyordu işte. Göz göre göre tükeniyordu kalem.

Bazı kalemlerin mürekkep seviyesi görünmez. Bilinmez yani, tükendiği farkedilmez. Ne zaman biteceği muallak. Bir anda, habersizce bitecek o. Böylesi belki daha iyi. Ne zaman biteceğini bilmemek ama heyecanlı, ürkütücü, riskli...

Bir şeyler yazmak için aldığım bu kalem ömrünü yarıladı. Tükeniyor, farkındayım. Ne zaman biteceğini biliyorum. Daha var, içim rahat. Ama ya kaybolursa? Bir yerde unutursam? Düşerse, kırılırsa? Bir tükenmez kalemin sonu illa ki tükenmek değil yani. Tükenmez kalem tükendiğinde kağıtlarda yaşayacak. Umarım hep saklanır bu kağıtlar. Bir tükenmez kalemin hayatı onlarda çünkü.

Hayat bir tükenmez kalem misali, yavaş yavaş tükeniyor. bazılarımız bunun farkında, bazılarımız farkında değil. Hangisi iyi? Bilemeyiz. Bildiğim tek şey, hayat bir tükenmez kalemse günler de mürekkep. O mürekeple ne yazacağın ise sana kalmış.

21 Eylül 2010 Salı

Çizginin Eğikliğiydi Başlangıç.

Bir şeyler yazacağım buraya ama birileri okusun diye değil. Okunmak istemediğim sanılmasın. Yazı yazan herkes okunmak ister. "Kendim için yazıyorum" diyene inanmayacak olmam bu yüzdendir. Demeyin bunu yani. Hiç samimi değil. Okunma amacın yoksa, yazmazsın. Gireceğin sınavda okunmak için yazıyorsun. Okunmadan geçemezsin. Bir derdin olduğunda yazıyorsun. Kimse çözemese bile, derdini bilsinler istiyorsun. Yaşadığın güzel bir anı yazıyorsun. Çünkü güzelliği paylaştıkça daha mutlu oluyorsun. Bakkaldan alınacaklar için bile yazıyorsun. Çünkü yazmazsan unutursun. Yazdığın her şeyin bir anlamı bir amacı var. En ufak bir not bile bir anlam taşıyor neticede. Belki edebi belki değil. Bu, mühim de değil.

Yazmak istediğimizde başvuracağımız birçok seçenek var aslında. İlkokuldayken ilk seçecek defterdi. Yazmayı kendisinden öğrendik haliyle. O zaman derdimizi yazmadık ama eğik-düz çizgilerimizi yazdık deftere. Tekrar tekrar hem de. Bir kere çizgi çekmek yetmezdi. El, yazmayı bir kere çizgi çizerek öğrenemiyordu. Uğraşmak lazımdı, uğraştık. Bu çizgiler çok şey öğretti elimize. Önce sabretmeyi öğretti. Düz çizgi çizmek kolaydı. Yukarıdan aşağıya bir kerede, kolayca. Eğik çizgi zordu. Bir eğik çizgiyi bile eğik çizemiyorduk en başta. Çizdiğimiz çizgi eğiğin de eğiğiydi. Bir şeye benzemiyordu.

Binlerce yıl önce bir zaman, konuşmak yeterli gelmemeye başladı. Senin benim gibi insanlar harf diye bir şey çıkardı ortaya. Tek bir tane yetmedi, onlarcasını türettiler sonra. Harfler yan yana gelince kelime oldu. Düşünceleri, duyguları ifade ediyordu kelime. Harfler öyle rastgele kullanılmadı tabii. Her harfin kendinden sonra gelenleri farklıydı. Bir kelime yazabilmek için o harfin izleyenlerini bilmek gerekliydi. Sonra bu harfler de yetmedi insanlara. Aynı duyguları ifade etmek için farklı harflerin birleşimine başvurdular. Bu harfler cemaatine alfabe dedi insan. Yüzlerce alfabe çıktı ortaya. İki farklı alfabede aynı amaca hizmet eden iki harfin yazılışı birbirinden farklıydı. Bir duygunun yüzlerce, binlerce kelimesi oldu, birbirinden farklı yazılan.

Yazmayı öğrenmek, eğik çizgilerle başlayıp harflerle devam eden bir yolculuk. Bazıları için kısa bazıları için ise uzun bir yolculuk. Harflerin hepsi insaflı değildi çünkü. Bazılarını yazabilmek zordu. Kim bilir kaç gözyaşı döküldü, yazmayı öğrenirken "S" harfi yüzünden. El, kalemi düzgün tutamıyordu. Kalemin ucu bile dayanmıyordu bazen, kırılıyordu. Kalemtıraş, fazla mesai yapıyordu. Bazen o bile isyan etti beceriksizliğimize. Kalemin kırık ucunu kendi içine hapsetti. Kırık ucu salıvermemek için inat etti. Kalemtıraşın egemenliği çok sürmedi ama. Bir süre sonra çekmecenin bir köşesine atıldı. Çünkü uçlu kalem tahta çıktı. Acımasızdı bu kalem. Sadece uca ihtiyacı vardı. Kalemtıraşa ihtiyacı yoktu.

Yavaş yavaş büyüdük biz. Yazmak istediğimizde tek seçeneğimiz defterken başka alternatifler çıktı ortaya. Bilgisayar diye bir alet vardı artık. Uçlu kalemin de tahtı sallanmaya başladı. Çünkü bilgisayar ne kalemtıraşa ne de uca ihtiyaç duyuyordu. Tek ihtiyacı klavyeydi. Üzerinde harfler bulunan tuşlar silsilesi... Sadece basmak gerekiyordu ona. Kalem gibi tutulmaya da ihtiyacı yoktu yani. Her harf aynıydı artık. Çünkü klavye elin izini yansıtmıyordu. El yazısı yerini otomasyon harflere bıraktı. En acı duygu ile en hoş duygunun görünüşü aynıydı. Her ikisi de bir makine tarafından kağıda yazılıyordu çünkü. Bilgisayara yazmak da eskidi bir zaman sonra. Artık internet vardı çünkü. Oraya yazmak okunmak demekti. Milyonlarca insana aynı anda okunma imkanı sunuyordu internet.

Aslına bakarsak yazmak için çok fazla seçenek yokmuş. Ya kalem ya da klavye varmış elimizde. Kalemle şahıslara, klavyeyle yüzünü bile görmediğimiz binlerce, milyonlarca insan ulaşıyormuşuz. Kalem daha özel, klavye daha genel. İkisinin de vazgeçilmez olduğu bir gerçek. Belki de, acı gerçek...