28 Eylül 2010 Salı

Korkuya Alışmak

Yazma eğilimi çok garip bir döngü. Yazmak, bir şeyleri, duyguları, düşünceleri kelimelere dökme isteği belki sadece bir meşguliyet isteği. Yazarken kafandaki o yoğun hissiyattan uzaklaşıyorsun bir yerde. Belki de bu sebeple yazıyoruz zaten binlerce kez yazılmış olanları. Hatta yazdıklarımızın daha önce binlerce kez yazıldığını da biliyoruz, farkındayız. Yine de yazmak istiyoruz. Binlerce kez yazılmış olanı yazacağım şimdi mesela. Bu yazdığım, bu konuda yazılan diğer yazılardan çok farklı olmayacak. "aaa bak bunu kimse söylememişti" demeyeceksiniz bu yazıyı okurken. Yazmak yerine başkalarının yazdıklarını okuyabilirdim de. Ama aynı rahatlığı sağlamıyor bu.Yazılanı okumak yazmak kadar rahatlatmıyor. Sanırım, "içini dökmek" bu olsa gerek. "Binlerce kişi dökmüş içini. Senin yazacaklarınla aynı şeyler hepsi. Onları oku işte." diyorum kendi kendime. Ama yine de yazma dürtüsüne engel olamıyorum. Aynı şeyleri yazacağımı bile bile yazmak istiyorum, yazacağım.

"Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmam" diyen insanın samimiyetsizliğiyle iç içe yaşıyoruz. Bu kalıbı kullanan kişilerin dayanak noktası ise tamamen fiziksel aslında. Mesela "dayak yemekten korkmuyorum" diyebilirler. İşkence görmekten korkmuyorum diyebilirler. "Senin kemiklerini kırarım" tehdidinden korkmadıklarını söyleyebilirler. Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmamanın fiziksel bir altyapısı var onlara göre. Bu hiç korkmayan kişiler, korkunun psikolojik boyutunu pek hesaba katmıyorlar.

Korkunun psikolojik boyutu nedir mesela? En basiti, sevdiklerini kaybetme korkusu. Allah'tan başka hiçkimseden korkmayan adama "sevdiklerini kaybetmekten de korkmuyor musun?" diye sorsam beni tatmin edebilecek bir cevap verebileceğini sanmıyorum. Benim korktuğum gibi o da korkuyor çünkü. Ama bunun farkında değil. Çünkü korkuyu fiziksel bir yapıda düşünüyor o. Korkuyu ete kemiğe bürünmüş bir varlık olarak çiz desen bu kişiye, büyük ihtimalle fiziksel olarak çok güçlü, büyük bir karakter çizer o kağıda. Ama korku sadece şiddetten doğmuyor.

Korkuyu bir acze düşme durumu olarak görmek, korkuyu "kötü" görmek ilk defa ne zaman ortaya çıktı merak ediyorum aslında. İnsanın çokbilmişliği midir korkuyu kötü görme sebebi? Korkmamak bir üstünlük belirteci midir? Eğer öyleyse, benim böyle bir belirtecim yok. Üstün değilim, korkuyorum. Birçok şeyden korkuyorum hatta.

Şu sıralar içimi kemiren korku, babamı kaybetme korkusu. Ortada sağlık açısından hiçbir sebep de yok. Yaşlı sayılmayacak bir yaşta -47- olan babamın herhangi bir hastalığı yok. Kalbinde bir problem yok. Emekli bile olmuş değil. Hala dinç. Ama yaşadıklarım, çevremde olup bitenler o korkuyu içime düşürdü.Yakın zamanda 3 samimi arkadaşımın babalarını kaybetmelerine şahit oldum. Üçünün de ölüm sebebi kalp krizi. Üçü de yaşlı sayılmayacak yaştaydı. Bildiğim kadarıyla da sağlık problemleri yoktu. Son 6 ay içerisinde ise toplamda 7 ölüm haberi aldım. Arkadaşlarımın babalarıydı hepsi.

Hayatın döngüsüne bir çomak sokulmadıkça -o beni kaybetmezse yani- ben de babamı bir gün kaybedeceğim. Bunun farkındayım. Acı bir farkındalık hissi bu. Bunu engelleyebilmek imkansız. İmkansız değil aslında, engellemenin tek yolu işte o çomak. E bu da babanın çocuğunu kaybetmesi demek oluyor ki bence "babayı kaybetme korkusu"ndan daha büyük bir korku. Bir insanı dünyaya getirip onu büyütmek, onun için gece gündüz demeden emek harcamak ve bütün bunların üzerine onun öldüğünü görmek, bir çocuğun kendisini yetiştiren kişinin ölümünü görmesinden kesinlikle daha büyük bir acı. Bu yüzden bir baba, çocuğunun ölümünü görmemeli. Hayatın akışına o çomak sokulmamalı. Bir çocuk, babasının bir gün öleceğini bile bile yaşar. Ama bir baba, çocuğunun ölümünü göreceğini bile bile yaşamaz, yaşamamalı da.

Korkuya alışmak; babanın bir gün öleceğini bilmek...

22 Eylül 2010 Çarşamba

Tükenmez Hayat

Bir tükenmez kalemle ne kadar yazılabilir? Tükenmez kalem gerçekten tükenmez mi? Tükenirse ne zaman tükenir? Bir tükenmez kalemle kaç harf kaç cümle yazılabilir, bilinir mi? Ya da, tek bir tükenmez kalemle bir roman yazılabilir mi? Hiç olmadı bir hikaye?

Mürekkep seviyesi görünen bir tükenmez kalemdir hayat. Yeni aldığınızda hiç bitmeyecekmiş, tükenmeyecekmiş gibi gelir. Çok mürekkep var daha çünkü. Bakıp görüyorsun. Bu yüzden bir tükenmez kalemi tüketebileceğimizi düşünmeyiz hiç. İşin aslı, hayat da biraz böyle. Kalemle yazmaya devam eder gibi yaşamaya da devam ediyoruz. Bir tükenmez kalemi tüketebileceğimizi düşünmediğimiz gibi, bir hayatı yavaş yavaş tükettiğimizi de farketmiyoruz.

Bir tükenmez kalemi kullanmaya başladığımızda ilk günler güzeldir hep. Yeni olmasının heyecanını yaşarız. Hem mürekkebi de çok, bitmeyecek. Ama yavaş yavaş azalır o mürekkep. Bunu farkettiğimizde işte, tükenmez kalemin aslında "tükenmez" olmadığını da anlamaya başlarız. Çocukken anlayamadık bunu. Anlayamazdık desek daha doğru aslında. Çünkü sabit bir kalemimiz yoktu o zamanlar. Evde elimize geçen herhangi bir kalemi kullandık hep. Haliyle hiçbir tükenmez kalem tükenmedi elimizde. Zaten çocukken tükenmez kaleme de ihtiyacımız yoktu. Okulda da kullanmazdık. Öğretmen kızardı. Çocukken tükenmez kalemin tükendiğini bilmediğimiz gibi hayatın tükenirliğinden de bihaberdik. Böylesi daha iyiydi belki, kim bilir?

Çocuktuk, büyüdük. Artık kurşun kalemin yanında tükenmez kaleme de ihtiyacımız vardı. Kendimize ait tükenmez kalemimiz oldu haliyle. İşte o zaman farkettik kandırıldığımızı. Tükenmez kalem tükeniyormuş. Kandırmışlar bizi. Kalemi kullandıkça mürekkep azalıyordu, farkettik. Yavaş yavaş da olsa bitiyordu işte. Göz göre göre tükeniyordu kalem.

Bazı kalemlerin mürekkep seviyesi görünmez. Bilinmez yani, tükendiği farkedilmez. Ne zaman biteceği muallak. Bir anda, habersizce bitecek o. Böylesi belki daha iyi. Ne zaman biteceğini bilmemek ama heyecanlı, ürkütücü, riskli...

Bir şeyler yazmak için aldığım bu kalem ömrünü yarıladı. Tükeniyor, farkındayım. Ne zaman biteceğini biliyorum. Daha var, içim rahat. Ama ya kaybolursa? Bir yerde unutursam? Düşerse, kırılırsa? Bir tükenmez kalemin sonu illa ki tükenmek değil yani. Tükenmez kalem tükendiğinde kağıtlarda yaşayacak. Umarım hep saklanır bu kağıtlar. Bir tükenmez kalemin hayatı onlarda çünkü.

Hayat bir tükenmez kalem misali, yavaş yavaş tükeniyor. bazılarımız bunun farkında, bazılarımız farkında değil. Hangisi iyi? Bilemeyiz. Bildiğim tek şey, hayat bir tükenmez kalemse günler de mürekkep. O mürekeple ne yazacağın ise sana kalmış.

21 Eylül 2010 Salı

Çizginin Eğikliğiydi Başlangıç.

Bir şeyler yazacağım buraya ama birileri okusun diye değil. Okunmak istemediğim sanılmasın. Yazı yazan herkes okunmak ister. "Kendim için yazıyorum" diyene inanmayacak olmam bu yüzdendir. Demeyin bunu yani. Hiç samimi değil. Okunma amacın yoksa, yazmazsın. Gireceğin sınavda okunmak için yazıyorsun. Okunmadan geçemezsin. Bir derdin olduğunda yazıyorsun. Kimse çözemese bile, derdini bilsinler istiyorsun. Yaşadığın güzel bir anı yazıyorsun. Çünkü güzelliği paylaştıkça daha mutlu oluyorsun. Bakkaldan alınacaklar için bile yazıyorsun. Çünkü yazmazsan unutursun. Yazdığın her şeyin bir anlamı bir amacı var. En ufak bir not bile bir anlam taşıyor neticede. Belki edebi belki değil. Bu, mühim de değil.

Yazmak istediğimizde başvuracağımız birçok seçenek var aslında. İlkokuldayken ilk seçecek defterdi. Yazmayı kendisinden öğrendik haliyle. O zaman derdimizi yazmadık ama eğik-düz çizgilerimizi yazdık deftere. Tekrar tekrar hem de. Bir kere çizgi çekmek yetmezdi. El, yazmayı bir kere çizgi çizerek öğrenemiyordu. Uğraşmak lazımdı, uğraştık. Bu çizgiler çok şey öğretti elimize. Önce sabretmeyi öğretti. Düz çizgi çizmek kolaydı. Yukarıdan aşağıya bir kerede, kolayca. Eğik çizgi zordu. Bir eğik çizgiyi bile eğik çizemiyorduk en başta. Çizdiğimiz çizgi eğiğin de eğiğiydi. Bir şeye benzemiyordu.

Binlerce yıl önce bir zaman, konuşmak yeterli gelmemeye başladı. Senin benim gibi insanlar harf diye bir şey çıkardı ortaya. Tek bir tane yetmedi, onlarcasını türettiler sonra. Harfler yan yana gelince kelime oldu. Düşünceleri, duyguları ifade ediyordu kelime. Harfler öyle rastgele kullanılmadı tabii. Her harfin kendinden sonra gelenleri farklıydı. Bir kelime yazabilmek için o harfin izleyenlerini bilmek gerekliydi. Sonra bu harfler de yetmedi insanlara. Aynı duyguları ifade etmek için farklı harflerin birleşimine başvurdular. Bu harfler cemaatine alfabe dedi insan. Yüzlerce alfabe çıktı ortaya. İki farklı alfabede aynı amaca hizmet eden iki harfin yazılışı birbirinden farklıydı. Bir duygunun yüzlerce, binlerce kelimesi oldu, birbirinden farklı yazılan.

Yazmayı öğrenmek, eğik çizgilerle başlayıp harflerle devam eden bir yolculuk. Bazıları için kısa bazıları için ise uzun bir yolculuk. Harflerin hepsi insaflı değildi çünkü. Bazılarını yazabilmek zordu. Kim bilir kaç gözyaşı döküldü, yazmayı öğrenirken "S" harfi yüzünden. El, kalemi düzgün tutamıyordu. Kalemin ucu bile dayanmıyordu bazen, kırılıyordu. Kalemtıraş, fazla mesai yapıyordu. Bazen o bile isyan etti beceriksizliğimize. Kalemin kırık ucunu kendi içine hapsetti. Kırık ucu salıvermemek için inat etti. Kalemtıraşın egemenliği çok sürmedi ama. Bir süre sonra çekmecenin bir köşesine atıldı. Çünkü uçlu kalem tahta çıktı. Acımasızdı bu kalem. Sadece uca ihtiyacı vardı. Kalemtıraşa ihtiyacı yoktu.

Yavaş yavaş büyüdük biz. Yazmak istediğimizde tek seçeneğimiz defterken başka alternatifler çıktı ortaya. Bilgisayar diye bir alet vardı artık. Uçlu kalemin de tahtı sallanmaya başladı. Çünkü bilgisayar ne kalemtıraşa ne de uca ihtiyaç duyuyordu. Tek ihtiyacı klavyeydi. Üzerinde harfler bulunan tuşlar silsilesi... Sadece basmak gerekiyordu ona. Kalem gibi tutulmaya da ihtiyacı yoktu yani. Her harf aynıydı artık. Çünkü klavye elin izini yansıtmıyordu. El yazısı yerini otomasyon harflere bıraktı. En acı duygu ile en hoş duygunun görünüşü aynıydı. Her ikisi de bir makine tarafından kağıda yazılıyordu çünkü. Bilgisayara yazmak da eskidi bir zaman sonra. Artık internet vardı çünkü. Oraya yazmak okunmak demekti. Milyonlarca insana aynı anda okunma imkanı sunuyordu internet.

Aslına bakarsak yazmak için çok fazla seçenek yokmuş. Ya kalem ya da klavye varmış elimizde. Kalemle şahıslara, klavyeyle yüzünü bile görmediğimiz binlerce, milyonlarca insan ulaşıyormuşuz. Kalem daha özel, klavye daha genel. İkisinin de vazgeçilmez olduğu bir gerçek. Belki de, acı gerçek...