21 Eylül 2010 Salı

Çizginin Eğikliğiydi Başlangıç.

Bir şeyler yazacağım buraya ama birileri okusun diye değil. Okunmak istemediğim sanılmasın. Yazı yazan herkes okunmak ister. "Kendim için yazıyorum" diyene inanmayacak olmam bu yüzdendir. Demeyin bunu yani. Hiç samimi değil. Okunma amacın yoksa, yazmazsın. Gireceğin sınavda okunmak için yazıyorsun. Okunmadan geçemezsin. Bir derdin olduğunda yazıyorsun. Kimse çözemese bile, derdini bilsinler istiyorsun. Yaşadığın güzel bir anı yazıyorsun. Çünkü güzelliği paylaştıkça daha mutlu oluyorsun. Bakkaldan alınacaklar için bile yazıyorsun. Çünkü yazmazsan unutursun. Yazdığın her şeyin bir anlamı bir amacı var. En ufak bir not bile bir anlam taşıyor neticede. Belki edebi belki değil. Bu, mühim de değil.

Yazmak istediğimizde başvuracağımız birçok seçenek var aslında. İlkokuldayken ilk seçecek defterdi. Yazmayı kendisinden öğrendik haliyle. O zaman derdimizi yazmadık ama eğik-düz çizgilerimizi yazdık deftere. Tekrar tekrar hem de. Bir kere çizgi çekmek yetmezdi. El, yazmayı bir kere çizgi çizerek öğrenemiyordu. Uğraşmak lazımdı, uğraştık. Bu çizgiler çok şey öğretti elimize. Önce sabretmeyi öğretti. Düz çizgi çizmek kolaydı. Yukarıdan aşağıya bir kerede, kolayca. Eğik çizgi zordu. Bir eğik çizgiyi bile eğik çizemiyorduk en başta. Çizdiğimiz çizgi eğiğin de eğiğiydi. Bir şeye benzemiyordu.

Binlerce yıl önce bir zaman, konuşmak yeterli gelmemeye başladı. Senin benim gibi insanlar harf diye bir şey çıkardı ortaya. Tek bir tane yetmedi, onlarcasını türettiler sonra. Harfler yan yana gelince kelime oldu. Düşünceleri, duyguları ifade ediyordu kelime. Harfler öyle rastgele kullanılmadı tabii. Her harfin kendinden sonra gelenleri farklıydı. Bir kelime yazabilmek için o harfin izleyenlerini bilmek gerekliydi. Sonra bu harfler de yetmedi insanlara. Aynı duyguları ifade etmek için farklı harflerin birleşimine başvurdular. Bu harfler cemaatine alfabe dedi insan. Yüzlerce alfabe çıktı ortaya. İki farklı alfabede aynı amaca hizmet eden iki harfin yazılışı birbirinden farklıydı. Bir duygunun yüzlerce, binlerce kelimesi oldu, birbirinden farklı yazılan.

Yazmayı öğrenmek, eğik çizgilerle başlayıp harflerle devam eden bir yolculuk. Bazıları için kısa bazıları için ise uzun bir yolculuk. Harflerin hepsi insaflı değildi çünkü. Bazılarını yazabilmek zordu. Kim bilir kaç gözyaşı döküldü, yazmayı öğrenirken "S" harfi yüzünden. El, kalemi düzgün tutamıyordu. Kalemin ucu bile dayanmıyordu bazen, kırılıyordu. Kalemtıraş, fazla mesai yapıyordu. Bazen o bile isyan etti beceriksizliğimize. Kalemin kırık ucunu kendi içine hapsetti. Kırık ucu salıvermemek için inat etti. Kalemtıraşın egemenliği çok sürmedi ama. Bir süre sonra çekmecenin bir köşesine atıldı. Çünkü uçlu kalem tahta çıktı. Acımasızdı bu kalem. Sadece uca ihtiyacı vardı. Kalemtıraşa ihtiyacı yoktu.

Yavaş yavaş büyüdük biz. Yazmak istediğimizde tek seçeneğimiz defterken başka alternatifler çıktı ortaya. Bilgisayar diye bir alet vardı artık. Uçlu kalemin de tahtı sallanmaya başladı. Çünkü bilgisayar ne kalemtıraşa ne de uca ihtiyaç duyuyordu. Tek ihtiyacı klavyeydi. Üzerinde harfler bulunan tuşlar silsilesi... Sadece basmak gerekiyordu ona. Kalem gibi tutulmaya da ihtiyacı yoktu yani. Her harf aynıydı artık. Çünkü klavye elin izini yansıtmıyordu. El yazısı yerini otomasyon harflere bıraktı. En acı duygu ile en hoş duygunun görünüşü aynıydı. Her ikisi de bir makine tarafından kağıda yazılıyordu çünkü. Bilgisayara yazmak da eskidi bir zaman sonra. Artık internet vardı çünkü. Oraya yazmak okunmak demekti. Milyonlarca insana aynı anda okunma imkanı sunuyordu internet.

Aslına bakarsak yazmak için çok fazla seçenek yokmuş. Ya kalem ya da klavye varmış elimizde. Kalemle şahıslara, klavyeyle yüzünü bile görmediğimiz binlerce, milyonlarca insan ulaşıyormuşuz. Kalem daha özel, klavye daha genel. İkisinin de vazgeçilmez olduğu bir gerçek. Belki de, acı gerçek...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder