15 Kasım 2011 Salı

Aşlık Giyecek

Benden blogcu olmaz abi. Yine unuttuk, buralar hep dutluk kaldı. Neyse...

24 Eylül 2011 Cumartesi

Sivri Burun

Uzun zaman oldu buralara uğramayalı. Daha doğrusu yazar olarak uğramayalı uzun zaman oldu. Yazar dediysek de ukalalıktan değil canım, yazan kişi olarak işte. Anladınız siz. Bunu dedim diye de ukala değilim izlenimini süblimal mesaj olarak benliğinize yerleştirmeye çalıştığımı hiç düşünmeyin! Ne diyorduk, hah. Uzun zaman oldu diyorduk. "Niye oldu neden oldu, nerelerdeydin özledik ya" diyenleri öper ve selam ederim. "Uzun zaman olduysa bize ne çok da tın yani, aa sen yazmadın mı uzun zamandır, hiç farkında değildik" gibi söylemler içerisinde olanlara küçük emrah bakışı atmakta hiçbir sakınca görmediğimi söylemek isterim. "sen kimsin la?" diyen arkadaşlar, siz yenisiniz size bi lafım yok hoşgeldiniz.

21 Temmuz'da sırf yazmış olmak için yazmışım bir şey. Ha şu blog olayına tam ısınamadım ondan da olabilir bu yazma hevessizliği. Belki kafamın hep dolu oluşundan, belki yazacak çok şeyimin olmayışından, belki buzulların erimesinden ya da böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemediğimden. Belki de eşşe...hoop! burda duralım.

Giriş gelişme sonuç dediler geldik!

Neden yazasım geldi? Paylaşmak istediğim birkaç şey olduğunu düşündüm. Biraz da şu hiçbir şey yapmadan internette sadece okuyucu olmaktan sıkıldığım için yazmaya tekrar heves ettim diyebiliriz. Niyet ettim internet için yazı yazmaya. (dalgası da geçilmez ama allah'ım sen konuyu biliyorsun amin)

Ben yeni mezun bir öğretmenim ve bir süre işsiz idim. Bu hafta bir okulda göreve başladım ve mesleğime başlangıcımda yaşadıklarımı, duygularımı(çok içli) kimin kiminle nerede görüntülendiğini filan anlatacağım. Bu son kısmı bir magazin programından aktaracağım sizlere. Az sonra!

Göreve kabul edildiğim açıklandığında normal olarak ilk yapmam gerekenler belgeler, kayıt vs işlemleri ve sonra da bir öğretmenin inventory'sinde bulunması elzem olan kılık kıyafet, takım elbise, ayakkabı gibi staff'ların edinilmesi idi. (Diablo 3 çık hadi arkadaşım. Bak kelimeler bile karışıyor. İnventory ne demek, staff ne demek bu oyundan öğrendim lan ufakken)

Takım elbise çok sorun değildi. Halihazırda var bir takım elbisem. Ama ayağımda kundura yok! İşin komik kısmı nefret ederim kunduradan. Spor ayakkabının gözünü seveyim ama kundura ile zorunlu bir ilişkim olacak hayatım boyunca. (Spor ayakkabım sen hep kalbimdesin) 45-46 numara ayağa sahipseniz siz zaten benim ne hissettiğimi, neler çektiğimi bilebilirsiniz. Bilmeyenlere de anlatayım; MODEL YOK! Standda, mağazada beğendiğiniz bir ayakkabının 45-46 numarası var mı diye sorduğunuzda büyük bir ihtimalle "yok ama 44'ü bir deneyin bizim modellerimizin kalıbı büyük" diye bir cevap alacaksınız. Yok diyip sizi asla göndermezler. İlla deneteceklerdir sonra ayağınızdan ayakkabıyı çıkarabilmek için 5 dakika uğraşacaksınız. Büyük numara ayakkabının bir diğer kötü yönü ise görünüşü. Evet, hepinizin de bildiği gibi; çocuk mezarı gibi! Hele ki sivri burun ayakkabılar yok mu... Ben bu ayakkabı çeşidini gördükçe hayattan soğuyorum. 45 numara ayak zaten var, e ayakkabı da çocuk mezarı gibi. Bir de ne sivrisi lan?!

Aklıma bu durumla ilgili bir şiir geldi. Onu da paylaşıp devam edeyim.

"her kapı eşiğinde
çocuk mezarı diye takıldığınız
45 numara ayakkabılarımla
içinde etleri çürüyen
bir çocuk cesedi taşıdığımı
nasıl da bildiniz."
                                   Sunay AKIN

Çok yer gezdim, çok ayakkabı denedim ama beğendiğim hiçbir modelin büyük numarasını bulamadım. Üstüne bir de ayrımcılığa uğradım!



Bir mağazada 46-47-48 numaraları mağazanın dip bir köşesine koymuşlar! Siz orda takılın uzak durun bizden pislikler demişler. Ne var arkadaşım biz de bütün mağazayı gezsek? "Bunun 46 numarası var mı?" diye zırt pırt soruyoruz diye mi bu ayrımcılık?! Peeh!












Şimdilik bu kadar. Zar zor bir ayakkabı buldum başına bir şey gelmemesini ümit edeceğim artık. Tekrar o çile çekilecek gibi değil. Müsait oldukça okul hayatına, öğrencilere, mesleğimin ilk haftasındaki heyecana filan değineceğim. Düşündüm de magazin kısmına kendiniz bakın uğraşamam şimdi. Google'ye girdikten sonra oradaki yatay kutucuğa magazinsel haberini öğrenmek istediğiniz ünlünün ismini yazdıktan sonra bir boşluk bırakarak(space) uncut, frikik, nipple kelimeleri yazıp "google'de ara" butonuna tıklıyorsunuz Bu kıyağımı unutmayın.. En taro adun!

30 Haziran 2011 Perşembe

Balkon

Yazın balkonda yattığım dönemlere bir türlü gelemedik. Hep bir yağmur, kararsız-dengesiz hava, manik depresif rüzgarlar... Olaylar olaylar. Sinir stres yaptım sırf bu yüzden. Şöyle püfür püfür esen rüzgarın içinde uyumak nedir bilir misiniz ha? Sizin sorununuz ne biliyor musunuz dostlarım?! O koca kıçlarınızı kaldırıp balkon ferahlığında hiç uyumamış olmak! Ah tanrım!

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Heee

Sehven unuttuk burayı ya la. Behzat Ç. "heee"si diye bir şey var. Onyüzbin kere denedim yapamıyorum lan. pff. 1 ay sonra yine uğrarım. Hadi kalın sağlıcakla.

9 Nisan 2011 Cumartesi

Hatırlatıcı.exe

Böyle bir program lazım bana(MAC'de çalışmaması benim problemim değil. Onu da ben mi düşüneyim?!). Dün gece yatağa geçip uyuma ritüeline başlamadan önce aklıma bloga yazacak bir sürü konu ve fikir gelmişti. "Unutmam yea, yataktan kalkıp kalem kağıtla uğraşmayayım şimdi" dedim üşenerek. İyi halt ettim. Tek kelime hatırlamıyorum ameneke! Hepsi uçtu gitti. Konuyu hatırlasam, yazacaklarım az çok aklıma gelecek de yok, gelmiyor aklıma. Şu iki dizeyle selamlıyorum sizi. Çok duygusal da bir insanım.

Zihnimdeki kara delik,
Gelsin artık yeşil erik!

12 Mart 2011 Cumartesi

Ses Veriyorum

Sevgilimle starbucks'a gidip latte alıcaz, sonra o bana içirecek latteyi. "bebek'te latte keyfi" olacak. öhöhöhöşkeljfglşjhsflşgjh

Böyle bir başlangıç yapmak istemezdim amma tıynetim bu; tıynetsizim. Hiç de gocunmuyorum hava değişimine ihtiyacım yok. Güzel yani, valla. Deneyin, farkı hissedin.

Ne diyecektim, hah. 1-2 bir şey diyip gideceğim. Giderim var her daim.

Bir arkadaşın telefon konuşmasını aktarmadan şurdan şuraya gitmem mesela. ttnet dediğimiz dandik hizmet, tarife reklamı yapmak için arıyor evi. Ev dediğim de öğrenci evi. Evde 3-4 kişiyiz, ben yatakta uyanık vaziyette yatıyorum. Diğerleri de oyun filan oynuyor ki zaten gereksiz bilgi bu napıcaksınız sanki.

dirililililili...(telefon sesi)

Arkadaşım: alo.

ttnet: merhaba ben türk telekom'dan arıyorum hede hödö beyle görüşebilir miyim? 8mbit sınırsız net tarifesi hakkında bilgi verecektim de.

Arkadaşım: buyrun benim de ben sizin türk telekom'dan aradığınızı nerden bileceğim?

Ben içimden: ahahhahahakjlghfkdslghdjklghkalhgfkjhkjh

ttnet: efendim numaramız telefonununuzun ekranında görünüyor.

Arkadaşım: bizim telefonda ekran yok.

Ben dışımdan: OBAAAAHAHAHAKJLDFHALKGHFGKLGH

(gülüşmeler...)

ttnet: efendim numaramız 444 falan filan.

Arkadaş: haaa tamam o zaman. ("çirkefliğin dibine vurdum yeter artık" dedi sanırım ki daha da uzatmadı.)

Bu da böyle bir animdir. Çok ani gelişti her şey. :/


Bu arada, kışın muhabbet kuşunuza tahin pekmez yedirmek gibi abuk bir uğraş içerisine girmeyin. Ölüyorlar. :/ Yine bir arkadaştan bildirdim efenim. Annesi kuşa tahin pekmez yedirmiş. Niye öyle bir şey yapmış annen lan? dedim, "soğukta iyi gelir" diye düşünmüş annesi. Anne şefkati bazen ters tepebiliyor-muş...

8 Mart 2011 Salı

Bir Saçmalıklar Silsilesiyesi

* Bir tiyatro oyunu düzenleyip, oyunun biletlerini haftalar boyunca kendim alarak oyunu hep kapalı gişe oynatma planım var. Tabii böyle bir durumda ne oyuncuya ne de bir oyuna ihtiyaç var. Ortada hiçbir şey yokken merak edilen bir oyun olacak. Herkes oyunu konuşacak. Ama kimse izleyemeyecek.

* Ben yönetmen olsam, anlaşılmaz bir film çeker ve yıllar yılı milleti merak içinde bırakırdım. Herkes filmden bir anlam çıkarmaya çalışırdı. Kıs kıs gülerek "film saçmaydı beyler" derdim sonra.

* Ben bir balina olsam rejim yapıp kilo verir alemde cool olurdum. Düşünsenize, sıska bir balina... Çok afilli!

* Küçükken kabartma tozunu çok matah bir şey sanırdım. İlkokulda fen dersinde öğretmenim "kabartma tozu da bişey bişeyden ibaret mesela" demişti de hayal kırıklığına uğramıştım. Sodyum bikarbonatmış altı üstü.

* Ben öğretmenime yanlışlıkla hiç baba demedim.

* Bir gün evde telefonumu kaybettim. Sonra arkadaşımı aradım "beni bi çaldırsana telefonun sesini duyup bulayım" dedim. Önce kısa bir sessizlik oluştu. "Olm mal mısın?" dedi. "Bazen" dedim, "ama şimdi konumuz bu değil." "Lan mal, kendi telefonunla aradın beni" dedi. Telefonu kulağımdan çektim, telefona baktım, evet kendi telefonuma bakıyordum. Bu konuda daha sonradan fark ettiğim apayrı bir mallığım daha varmış. Arkadaşımı ev telefonuyla aramış olsam bile, niye arkadaşımı arıyorum ki? "Ev telefonuyla kendi telefonunu araman lazımdı dingil!" dedim kendime. Cevap vermedi...

* Fonda gülme efektli diziyi ilk defa izlediğimde irkilmiştim. "Kim güldü lan?" diye içimden geçirdim. İyi ki içimden geçirmişim. Diziyi beraber izlediğim arkadaşlarıma çaktırmamış oldum bu durumu. Sesli gülerdi piçler.

* Tadında bırak, tuzunu çok katma.

* Saçmalık, saçmaların içine koyulduğu kutuya denir.

3 Mart 2011 Perşembe

Merhamet

Sonra bir gün dedim ki, "sonra bir gün gideriz..."
"Sessiz olmalı ortam" dedim. "Seni duyabilmeliyim..."
"Anladım" dedi, "haklısın."
"Anladığına sevindim" dedim. "Bir insanı anlamak, ona daha da yaklaşmak demektir."
O bir şey demedi, Gözleri aşağıya bakıyordu. Ben devam ettim: "yaklaş bana" dedim.
"Uzak değilim ki" dedi. Sesi incelmişti. İnanmıyordu bu söylediğine.
"Sanırım çoğu insan, inanmadığı bir şeyi doğruymuş gibi söylemeyi beceremiyor." diye düşündüm. Yüzüm hafiften asılmıştı. Hemen toparladım kendimi. Anladığımı bilmesini istemiyordum.
Susuştuk. Söyleyecek bir şeyi yoktu. Uzaktı, "bunu bildiğimi hissediyor" diye düşündüm. Söylemeye cesaret edemiyordu sadece.
Sonra birden doğruldu, bir şey söylemeye hazırlıyordu kendini. İçinden "hadi biraz cesaret!" dediğini duyar gibiydim. Yine yüzüm asılmıştı. Bu sefer gizlemeye çalışmadım.
"Ben" dedi, sesi yine ince çıkmıştı. Daha önce sesi hiç öyle ince gelmemişti kulağıma. Birkaç saniye başka bir şey söylemedi. Cesareti kırılmıştı, oturduğu yere sinmiş bir hali vardı. Sanırım o ince sesi kendisini de kötü hissettirmişti. İçimi bir ürperti kapladı. Engel olamadım, elim titredi bir an. Yıllar önce, bana olan sevgisini itiraf ettiğinde yaşamıştım aynı titremeyi. O zaman yüzüm gülmüştü.
Doğruldu, tekrar "ben..." dedi. Sesi bu sefer düzgündü. "Eskisi kadar sevmiyorum seni" dedi. Gözlerime bakamıyordu. Aslında hiç sevmiyordu artık. Biliyordum, birkaç ay önce bunu hissetmeye başlamıştım. En başta gözlerinden anlaşılıyordu bir süredir. Bana baktığında yüzü zoraki gülüyordu. Gözlerini gözlerimden kaçırdığını ilk fark ettiğimde anlamıştım, sevmiyordu artık. Bana olan hissiyatı sadece merhametti...

11 Şubat 2011 Cuma

Çamur, Top ve İz.

Bir yaz günü hayal edin. Hani çocukların şortlarla çayırda top oynadıkları bir gün. Bütün çocuklar çayırda top oynar, kuru toprakta üstleri fazla kirlenmez. Anneler rahattır o zamanlar. Akşam olur yağmur yağar. Bütün yollar, çayırlar ıslanır. Toprak çamura dönüşür. Sabah olduğunda yağmur dinmiş, güneş açmıştır. Yollar kurumuş, çayırlar hala hafif ıslaktır. Toprağın bir kısmanda hafif çukurluklar oluşur, içlerinde yağmur suyu vardır. O çukurlu bölgeler hala çamurdur.

Öğlen olur. Güneş olabildiğince tepededir. Mevsimlerden yaz, haliyle hava sıcaktır. Çocuklar dışarı çıkmak isterler yine. Evde duramazlar, bilirsiniz. Çocukken oynadığımız oyunlar da belli. Futbolda gerçek anlamda çok başarılı olmayan bir ülkenin evlatları olarak bu kadar çok top oynayan ama sadece oynadığıyla kalan bir neslin en önemli eğlencesiydi futbol. Yola koyulmuş karşılıklı 2 taştan ve çizgisiz bir sahada oynanan futbol... Taç yok, kart yok...

Yağmurun yağıp çamura dönüştürdüğü toprak daha tam kendine gelememişken çocuklar çıkmak ister yine dışarı, top oynamaya. Ama önlerinde bir engel vardır: anne. Güçte bir dalgalanma yaratır. Bir gardiyandan aşağı kalır yanı yoktur o zaman. Çoğu anne "Yerler çamur, çıkamazsın dışarı" der, oturtur çocuğunu evinde. Bazı çocuklar şanslıdır. Anneleri izin verir dışarı çıkmalarına. Dışarı çıkan çocuklar 5-10 dakikalık takım seçme tartışmasından sonra top oynamaya başlarlar çayırda. Karşılıklı büyükçe 2 taş vardır kale olarak. Diğer kale de aynı şekilde oluşur ve bir futbol sahası 4 taştan meydana gelmiş olur. Çocukken maç yapmak basittir, ihtiyacınız olan şey sadece 4 tane taş...

Bugün bir farklılık vardır. Bir tehlike. Ya da bir sürpriz mi desek? Çayırda o çukurların içinde biriken sular... O birikintilerin olduğu kısımlar çamurdur. Güneş çayırı kurutmuştur ama çukurlara gücü yetmemiştir. Çocuklar bu durumun farkındadır. Topu o çamurlu bölgeye atmamaya çalışırlar. Pek tabii başarılı olamazlar genelde. O top o birikintiye düşer ıslanır, çamur ile kaplanır. Gerilim filmlerinde kapı gıcırtısı sesi olur ya hani, filmi izleyenler bu sahnede gerilir, ortam sessizleşir. Aynı durum topun çamura bulanmasıyla çocukların içinde de gerçekleşir. Çamurlu top birisinin üzerine kesinlikle denk gelecektir. Topun izi pantolonda ya da tişörtte çamur hammaddesiyle işlenecektir. Bunu engellemek için top oynamaya biraz ara verilir. Top çayırda biraz gezdirilir. Varsa kullanılmayan bir duvara sertçe vurulur ki topun üzerindeki çamur azalsın. Ama ne yapılırsa yapılsın top tamamen kurumaz. O kıyafetler kirlenecektir.

Topun ıslanmasıyla, çamura bulanmasıyla birlikte oyun tekrar başlar ama bir gariplik vardır. Çocuklar daha bi çekingen oynarlar. Üç buçuk atmak ya da yusuf yusuf diye tabir edilen o durumun bir merkezi varsa eğer, şu an merkez o çayırdır. O top birisinin üzerine gelecek, üzeri çamur olacak. Annesinden dayak yiyecek ya da daha iyimser bir tahminle azar işitecek.  Nezakete gerek yok, yusuf yusuf.  Ya da üç buçuk atmak budur yani.

Açık renk pantolon giymiş bir çocuğa denk gelir ya o çamurlu top. Topun izi resmen pantolona işlenmiştir böyle. Bir hayal edin, durum baya komik. Gülüyorduk ama komikti yani. Komikti... :(((

Bir yaz günü deyip geçmeyin, topu çamura kaçırmayın, üç buçuk atmayın efenim.