30 Kasım 2010 Salı

De La Mim

Arkadaşlar sağolsunlar üşenmemişler, bana özel birkaç soru sormuşlar. O kadar ısrar ettiler cevaplayalım, sır perdesi aralansın. Biliyorum çok merak ediyorsunuz. Sizi daha fazla merakta bırakmaya gönlüm elvermedi.


1-En sevdiğiniz kelime : Müptezel. (söyle bak senin de hoşuna gidecek lskdfj)
2-Nefret ettiğiniz kelime : Boşver. (nasıl gıcık oluyorum bilemezsiniz.)
3-Ne sizi heyecanlandırır? : Aşk. (ciddiyim lan. diğer konularda buz adamım biraz. lskdfj)
4-Heyecanınızı ne öldürür? : Cevabı yok. Heyecanım ölmez pek.
5-En sevdiğiniz ses : Tuhaf ama, sebebi rüzgar olan gıcırtıları çok severim.
6-Nefret ettiğiniz ses : "pıt pıt pıt" çeşmeden damlayan su sesi. :(
7-Hangi mesleği yapmak istemezsiniz? : Aklıma ilk gelen şey, haber bülteni sunucusu. (şu an haberleri izliyorum evet. lsdkjfs)
8-Hangi doğal yeteneğe sahip olmayı isterdiniz? : Bi çöp adam çizebileydim mesela, iyiydi. :/
9-Kendiniz olmasaydınız kim olmak isterdiniz? : Clark Kent :/
10-Nerede yaşamak isterdiniz? : Plüton'da. lkdjsdlfj Şaka bir yana, deniz olsun yea. 
11-En önemli kusurunuz : Hevesim çabuk kaçabiliyor.
12-Size en fazla keyif veren kötü huyunuz : Çirkefliğim. 
13-Kahramanınız kim? : Güneş.
14-En çok kullandığınız kötü kelime : Mal
15-Şu anki ruh haliniz : Her zamankinden.
16-Hayat felsefenizi hangi slogan özetler : Yaşasın yemek yemek!
17-Mutluluk rüyanız : İddaa'dan tek maçla yatmamış bir nesil hayal ediyorum. (geyiğe mi sardık ne lkdjfhsdklgh)
18-Sizce mutsuzluğun tanımı : Perde asmak. Emin olun hiç mutlu olmuyorum!
19-Nasıl ölmek isterdiniz? : Yaşayarak.
20-Öldüğünüz zaman cennete giderseniz Allah'ın size ne söylemesini istersiniz? : "okeye dördüncü lazım."


Cevapları okudunuz ve evrenin sırlarına vakıf olmak adına önemli bir adım daha attınız. Kendinizi daha huzurlu ve mutlu hissediyor olmalısınız. (Bu bilgiler wikileaks'te bile yok!!! lskfjsdlfsjf) 

27 Kasım 2010 Cumartesi

Tweetspot

Güzel uyanıyorum. Keyfim yerinde. Bir bardak çay, sıcak. Dışarıdaki hava gibi.

Sınavım var, toparlanıyorum. Saçımı yıkayacaktım, sınavdan sonra vaktim var, gelince yıkar sonra çıkarım dışarı diyorum.

Sınavdan çıkıyorum. Keyfim hala yerinde. Sonra bozuluyor. Sınavla alakalı değil.

Yemek yemek için girdiğim bir işletmede, eskiden ambulans şoförlüğü yapmış bir adamın hikayelerine kulak misafiri oluyorum. Komik, çaktırmadan gülüyorum.

Eve geliyorum, saçımı yıkamaya gerek yok.

Hava soğuk, başım ağrıyor. Alakasız, farkındayım. Boş boş oturuyorum. Çay içiyorum bir yandan. İçim ısınıyor ama dışım soğuk. Soğuğu severim, çayı da. Tezat.

Yine onu düşünüyorum. Sanki iki beynim varmış gibi. Biri sadece onu düşünmekle görevli. Güzel de düşünüyor kereta. Diğeri geri kalanları düşünüyor. Bazen aksıyor bu. Önceden de aksardı. Bir değişiklik yok.

Aklımdan çıkmıyor hiç. 7/24 onu düşünüyorum desem abartmış olmam gibi geliyor.

Rüyamda sadece onu görüyorum. Neredeyse 3 haftadır onunla yatıp onunla kalkıyorum. Yatarken aklımda, uyurken aklımda, uyandığımda yine aklımda.

Garipsiyorum, gülüyorum kendi kendime. Garip ama unutmak gibi bir derdim olmamasına seviniyorum. Normalde unutkanım. Diğer konularda hala unutkanım aslında. Dedim ya, onu düşünen beynim iyi çalışıyor, teklemiyor. Diğerinde var bir sorun.

Onun için hep bir şeyler düşünüyorum. O mutlu olsun, ben zaten mutlu olurum diyorum. Onun mutluluğuna bağımlıyım. Birine bağlanmak sadece sadakatle alakalı değil. Birinin mutluluğuyla mutlu olmak da bir yerde bağlanmak...

Gülüyorlar... Halime. Bunu garipsemiyorum. Kendime dışarıdan baksam ben de gülerim. Gülenler dalga geçmek için gülmüyor tabii. Beni mutlu görmeye, daha farklı görmeye seviniyorlar. Dostlarım... Size de bağımlıyım.

Öylesine yazıyorum, siliyorum. Deftere yazıp silinenler ardında iz bırakıyor, görünüyor. Burada sildiklerimi siz göremiyorsunuz. Silinenlerden hiçbir iz kalmıyor. Belki yanlış yazdığım bir kelimeyi sildim, belki yazdığımdan pişman olup sildim. Bilemeyeceksiniz.

Ufak ufak notlar yazar gibi yazıyorum. Başım hala ağrıyor; uzun cümleleri, uzun paragrafları toparlayamıyorum.

12 Kasım 2010 Cuma

Ne Yazıcam Şimdi Lan?

Adını hiç sevmem direkt söyleyeyim. Kompozisyon... Yazmayı çok sevip de bu yazma eyleminin adından nefret etmek ironinin hasıdır herhalde. Bir kompozisyon isminden bir de kapitülasyon isminden nefret ettim hep. Ne bunlar lan? Adam gibi kelime bulamadınız mı arkadaşım? Sinirlendim bak, her neyse. Şimdi bu kompozisyon dediğimiz adı batasıca naneyi ilkokulda öğrendik ilk. Gerçekten öğrendik mi peki? Hayır, öğrenmedik. Klasik bir tanım dinledik, sonra öğretmenin "yarın derse çizgisiz kağıt getirin, derste kompozisyon yazacaksınız" notasıyla "üç buçuk atmak" nedir ne değildir, bunu öğrenme aşamasına geçtik hepimiz, kabul edin şimdi. Bilmiyorsun ya, geriliyorsun haliyle. Zaten ergen bile değilsin daha. Öğrencinin en alık halet-i ruhiyesidir bu dönem. Duyduğun her kavram yeni bir şey. Nedir, ne oluyor, nerdeyim ben? diye sayıklarken bir bakıyorsun elinde kurşun kalem, önünde bir çizgisiz kağıt. Saat de olmuş üç buçuk. Bi terlemeler, bi etrafa bakınmalar, bi telaşe sarıyor dört bir yanını.

Bir ilkokul öğrencisi için kompozisyon yazmanın en büyük sorunu "ne yazıcam şimdi lan?" sorusunun cevabında gizli. Gizli dediğime bakmayın siz, çoğu öğrenci için cevap belli: Bir şey yazamayacak. Kompozisyon ödevini duyduğu andan itibaren öğrencinin o an beyninde oluşan karmaşa, Einstein amcanın kafasındaki karmaşayı sallar, bir köşeye atar nakavt eder. En afilli fizik kuralı, ilk defa kompozisyon yazacak olan öğrencinin "ne yazıcam şimdi lan?" sorusundan daha kolaydır. Bu soruya verilecek cevap da, adres tarif ederken kullandığımız "caminin karşısında" sözünden farklı değildir: "yazın tatilde neler yaptığımı yazayım" En büyük öğretmen kozu bu. Başka da bir şey söylemez. Kompozisyon mu yazılacak? Yazın ne yaptığını yaz evladım. Mektup mu yazılacak? babaannene - anneannene, yazın neler yaptığını anlat. Bir öğüt hiç değişmez mi öğretmenim? Bu mu yani? Her ödevde aynı terane. Hayır, yazın bir şey yapmış olsak neyse, yazalım onu. İlkokula giden bir çocuk yazın ne yapacak ki lan? Sabah akşam top oynar, ip atlar, seksek oynar akşam eve gelir tv izler. Geceye doğru annenin-babanın sert bakışları gözetiminde odanın yolu tutulur ve uyunur. Budur yani. Hadi hiç olmadı, her yaz tatilinde yapılan "1 haftalık memleket gezisi"nden öte ne yapabiliriz öğretmenim? Kıraathane kültürü için yaşımız genç, internet kafeye gittiğimi mi yazayım sana? Kıllık edip "misket oynadım üttüm senin oğlanı öğretmenim. Ağlaya ağlaya gitti hehe" yazacaksın o kompozisyona aslında ya, neyse.

Üç buçuk atsak da o kompozisyon yazılacak, kaçış yok. Ne yazacağımıza da karar verdik diyelim. Başka bir telaşe sarıyor yine dört bir yanı: Sen de "Giriş-Gelişme-Sonuç" üçü bir aradası, ben diyeyim bermuda şeytan üçgeni. Giriş nerde biter? Nerde geliştireyim? Bu yazdığım gelişmeye mi dahil oluyor? Sonuca bağlayamadım lan derken, kağıda göz ucuyla bir bakıyorsun karman çorman bir yazı peydahlanmış, yazan belli ama ne yazıldığı belli değil. O aşamada "neyse lan yazdık işte" deyip rahatlıyorsun ya, o rahatlık uzun sürmüyor hiçbir zaman. Öğretmen bir şey daha demişti. Ne demişti? Lan! Kenar boşluklarını unuttum! Kağıdın en ucundan yazmaya başlayıp, sağdan soldan iğne ucu kadar boşluk bırakmamayı başarmış olmak demek, alacağın not hakkında çok önemli ipuçları verir sana: Otur 0!'dan bir üst seviyedesin evladım. Paragraf falan yapmadıysan o kağıdı yırt zaten. Belki yarın öğretmenin yanına gider "öğretmenim ben dün hastaydım gelemedim" der tekrar bi şansını denersin ama yemezler. Kompozisyon senin olayın değil, anlamış olursun üzülme.

En kıl olduğum şey ise, bu yazılan kompozisyonları öğretmen değerlendirir, en iyilerini sınıftaki panoya asardı. Ben kompozisyon yazma olayında anlattığım durumlara hiç düşmedim pekala ama o panoya kompozisyonları asılan sınıf arkadaşlarıma hep kıl oldum, itiraf ediyorum.

Benim yazdıklarım daha güzeldi lan ibneler!

2 Kasım 2010 Salı

Gerçeğin İzdüşümü


Eylül, ne sıcak ne de soğuk... Ortada kalmış, belki de ne yapacağını bilememiş ya da bilmek istememiş, taraf seçmemiş. Eylül, bir sonbahar simgesi, sonbaharın en gözde belirteci. Eylül, ağacın yapraklarını sarartarak bilinen, gelişini belli eden ay. Ağaçların bir yaprağa sahip çıkamamalarının, yine aynı ağaçların dallarıyla baş başa kalmasının sebebi, dökülen yaprakları son yolculuğuna uğurlayan o ılık rüzgarın azmettiricisi olan ay, Eylül...

Bir Eylül sabahı. Uyanış, güzel bir uykunun son raddesi. Yeni bir günün güzelliğinin habercisiydi belki. Yataktan kalkmak, o huzurun kaybolacağı korkusu yüzünden zordu. Bir süre öylece uzandı yatakta. Kollarını iyice açtı, gerindi, huzurlu olduğunun farkındaydı. Yatakta doğruldu, ayaklarını yavaş yavaş yere değdirdi. Yerde halı vardı, biraz pisti. Halıdaki o ufak kırıntılar ayağına battığında yataktan çıktığına neredeyse pişman olacaktı. Kalkmak zor gelse de, kalktı istemsizce. 

Hava ne sıcak ne de soğuktu. Eylül, olması gerektiği gibi, aslında bir hakem misali yine tarafsızdı o sabah. Gökyüzü aydınlıktı ama gizliden gizliye içinde yaşattığı başka bir renk daha vardı. Sonbahara özgü, göğe bakıldığında yaşıyor olmanın güzelliğini içinize sindiren bir kızıllık vardı aydınlığın içinde. Yağmur hep yeryüzüne yağacak değil ya, gökyüzüne yağmur yağamaz belki ama kiremit tozu yağmıştı.

Yataktan kalkıp banyoya doğru yürümeye başladı. Uyku esnasında mesai saati biten gözlerin artığı olan çapakları temizlemeden, yüzünü yıkamadan kendine gelemezdi. Evde hiç ses seda yoktu. Tek uyanan kendisi miydi bilmiyordu. Merak etti, banyoya girmeden önce diğer odalara göz gezdirdi. Herkes uyuyordu. Daha önce gördükleri binlerce rüya gibi, o gördükleri rüyayı da unutacaklarını bilseler de her biri ayrı bir alemde rüya görmeye devam ediyordu. Gülümsedi, odanın kapısını sessizce kapattı. Gözleri yarı açık bir şekilde yavaş yavaş banyoya doğru yürüdü. Bir yandan da elleriyle gözlerini ovuşturuyordu. Uyanınca mesai saati başlayan gözler, bu ilk dakikalarda nazlı olurdu hep. Lavaboya geldiğinde eğildi, elini çeşmeye uzattı ve yavaşça açtı. Usulca akan suya, iki elini birleştirip uzattı. Ellerinde biriken suya baktı önce. Parmaklarının arasından su sızsa da avucunda biriken su taşıyordu. Biriken suyu yine yavaşça yüzüne çarptı. Havanın aksine, su soğuktu. İrkildi. Aynı merasimi birkaç defa daha yaptı. Çeşmeyi usulca çevirdi. Akan su azala azala ip gibi ince bir hale büründü önce. Sonra kesik kesik akmaya devam etti. Bir süre sonra da dökülen birkaç damla ile akışı tamamen kesilmişti çeşmenin.Hiç bakmadan kapının arkasına götürdü elini. Bir havlu aldı. Yüzünü havluyla kapatıp öylece durdu. Çeşmeden akan su kanalizasyona karıştığında havlu da ıslaktı. 

Huzurlu uyanışını bir güzel bir kahvaltıyla devam ettirmeye karar verdi. Arkadaşlarının uyanmasını bekleyemedi. Acelesi vardı, çok özlediği sevgilisiyle buluşacaktı. Çok güzel bir gün planlamıştı. Günlerden pazardı. Bütün gün yorulasıya kadar gezeceklerdi. Günün güzelliğini düşündükçe, yapacaklarını kafasında kurguladıkça heyecanlanıyordu. Kahvaltıyı neredeyse unutuyordu. Midesi ona seslenerek açlığını belli edince hatırladı. Canı gözleme çekti. Yakınlarda bir yerde gözleme satan bir yer vardı. Dışarı çıkmadan önce ocağa çay suyu koydu. Çay bağımlısıydı, kahvaltı çaysız olmazdı tabii ki. Dışarı çıkıp o güzel havada yürümeye başladı. Hızlı yürürdü normalde. Ama hızlı yürümek istemiyordu bugün. Güzel havanın, o hafif kızıl gökyüzünün keyfini biraz daha sürecekti bu şekilde. Sanki içine doğmuş gibi, gözlemeleri fazla almıştı bu sefer. Eve döndüğünde dostu uyanmıştı çünkü. Beraber kahvaltı yapmak için her zaman imkanları olmuyordu. Güzel başlayan gün, güzel devam ediyordu. Bir yandan sohbet edip bir yandan da kahvaltı yapıyorlardı. Mutlu olabilmek için çok şeye ihtiyaç yok aslında. Bu kısacık vakit bile onları mutlu etmeye yetiyordu çünkü.

Gün öğle saatlerine geldiğinde, güneş gökyüzünde olabildiğince tepedeydi. Ama en tepeye çıkamıyordu hiç. Sevgilisiyle saat 13:00 gibi buluşacaklardı. Tıraş olmak için banyoya gitti tekrar. Çıktığında yüzü parlıyordu ama en parlak yeri yüzü değil gözleriydi. En beğendiği kıyafetlerini giyip olabildiğince geç dönmek için tekrar çıktı evden. Uzun ve çok güzel bir gün olacaktı. Buluşma yerine erken gelmişti. Beklemeye başladı. Saat 13:00'a yaklaştıkça daha çok heyecanlanıyordu. Sevgilisinin geldiğini gördüğünde artık heyecanını da unutup sarıldı ona sıkıca. El ele tutuşup yavaşça yürümeye başladılar. Yüzü gülüyordu, mutluluk hiç bu kadar hissedilir olmamıştı.

Ankara'nın Cebeci diye bir yerinde Hamamönü adında ufak bir yerleşim yerini gezeceklerdi önce. Ankara'nın eski tarihinin bir parçası yatıyordu burada. Hala ayakta duran eski evleriyle ünlüydü. Ayakta durmaları için tadilat yapılmıştı, bu evler yitip gitmemeliydi. Uzunca bir süre, Hamamönü'nün kısa ve dar sokaklarında, restoran ve kafeye dönüştürülmüş o eski evlerin arasında dolaştılar. İkisi de çayı çok severdi. Hem çay içmek hem de hafiften yorulan bedenlerini dinlendirmek için bir kafeye oturdular. Bu güzel günün keyfini çıkarmanın huzuru devam ediyordu.

Antika dükkanlarıyla ünlü Ankara Kalesi'ydi bir sonraki durak. Buranın çay bahçeleri de çok güzeldi. Asıl Ankara burasıydı aslında. Biz Ankara'yı; Kızılay, Bahçelievler gibi popüler mekanlardan ibaret görüyorken, eskiler Ankara Kalesi'nin olduğu yere Ankara diyordu. Ankara nesilden nesile farklı görülüyordu demek ki.

Antika dükkanlarının olduğu sokağa geldiklerinde plak satan bir dükkana rastladılar.Gramofona olan ilgi ikisinin ortak noktalarından biriydi. Sevgilisi daha önce yolda bir eskicinin arabasında görmüştü bu aleti en son. O gramofonla kim bilir kaç şarkı çalındı kulaklara... Kim bilir kaç kişi dans etti, gramofondan gelen hafif cızırtılı şarkı eşliğinde. Şimdi bir eskicinin arabasında kim bilir, belki de son bir şarkı çalamadan kalkacaktı ortadan. Antika dükkanları insana ne kadar hüzünlü gelse de, o eşyaların hala yaşıyor olduklarını bilmenin sevinci o hüznü yumuşak bir huzura dönüştürüyordu. Antika da olsalar onlar yerli yerinde duruyordu.

Gün, akşam saatlerine yaklaşırken ikisi de oldukça yorulmuştu. Artık kendi evlerine doğru yol alma vakitleri gelmişti. O an, sevgilisinin telefonu çaldı, arayan annesiydi. Dışarı çıkacağını söylemek için aramıştı. Sevgilisinin kardeşi dershanedeydi. Annesi de dışarı çıkacağı için ev boş kalacaktı, eve dönmek istemedi. İlk buluştukları yere, Kızılay'daki Kitapça adlı mekana gitmeyi seçtiler yine. Karşılıklı oturdular, çok yorulmuşlardı. Sevgilisi neredeyse uyuklayacaktı. Bir ara, gözleri istemsizce kapanıp başı öne doğru hafifçe eğildi. Uyukluyordu artık. Sevgilisinin uyukladığını görünce oturduğu sandalyeyi onun hemen yanıbaşına çekti, yanına oturdu. "Başın öne eğilmesin hiç, başını omzuma koy öyle uyu" dedi ona. Elini tuttuğunda sevgilisinin başı omzundaydı.  Elinin sıkıca tutulduğunu hissetti bir an. Sevgilisi uyandığında onun yanında olmayacağından korkuyordu sanki. "Korkma, yanından hiç ayrılmayacağım" diyeceği anda elini tuttuğu el rahatlamıştı. Sevgilisi o sözü duymasa da hissetmişti. Artık uyuyordu. Omzundaki başa kendi başını dayadı yavaşça. Gözlerini kapattı, "seni çok seviyorum" dedi. "Duyuldu mu?" sorusunun cevabını bilemese de, bu söylediğini sevgilisi duymamış olsa da onun bunu zaten bildiğinden emindi.

Telefon çalıyordu. Çalan sesle uyandı, telefona bir süre bakmadı. Gözlerini açtığında yüzü gülüyordu. Aklından tek bir cümle vardı: "Meğer hepsi rüyammış" dedi...