2 Kasım 2010 Salı

Gerçeğin İzdüşümü


Eylül, ne sıcak ne de soğuk... Ortada kalmış, belki de ne yapacağını bilememiş ya da bilmek istememiş, taraf seçmemiş. Eylül, bir sonbahar simgesi, sonbaharın en gözde belirteci. Eylül, ağacın yapraklarını sarartarak bilinen, gelişini belli eden ay. Ağaçların bir yaprağa sahip çıkamamalarının, yine aynı ağaçların dallarıyla baş başa kalmasının sebebi, dökülen yaprakları son yolculuğuna uğurlayan o ılık rüzgarın azmettiricisi olan ay, Eylül...

Bir Eylül sabahı. Uyanış, güzel bir uykunun son raddesi. Yeni bir günün güzelliğinin habercisiydi belki. Yataktan kalkmak, o huzurun kaybolacağı korkusu yüzünden zordu. Bir süre öylece uzandı yatakta. Kollarını iyice açtı, gerindi, huzurlu olduğunun farkındaydı. Yatakta doğruldu, ayaklarını yavaş yavaş yere değdirdi. Yerde halı vardı, biraz pisti. Halıdaki o ufak kırıntılar ayağına battığında yataktan çıktığına neredeyse pişman olacaktı. Kalkmak zor gelse de, kalktı istemsizce. 

Hava ne sıcak ne de soğuktu. Eylül, olması gerektiği gibi, aslında bir hakem misali yine tarafsızdı o sabah. Gökyüzü aydınlıktı ama gizliden gizliye içinde yaşattığı başka bir renk daha vardı. Sonbahara özgü, göğe bakıldığında yaşıyor olmanın güzelliğini içinize sindiren bir kızıllık vardı aydınlığın içinde. Yağmur hep yeryüzüne yağacak değil ya, gökyüzüne yağmur yağamaz belki ama kiremit tozu yağmıştı.

Yataktan kalkıp banyoya doğru yürümeye başladı. Uyku esnasında mesai saati biten gözlerin artığı olan çapakları temizlemeden, yüzünü yıkamadan kendine gelemezdi. Evde hiç ses seda yoktu. Tek uyanan kendisi miydi bilmiyordu. Merak etti, banyoya girmeden önce diğer odalara göz gezdirdi. Herkes uyuyordu. Daha önce gördükleri binlerce rüya gibi, o gördükleri rüyayı da unutacaklarını bilseler de her biri ayrı bir alemde rüya görmeye devam ediyordu. Gülümsedi, odanın kapısını sessizce kapattı. Gözleri yarı açık bir şekilde yavaş yavaş banyoya doğru yürüdü. Bir yandan da elleriyle gözlerini ovuşturuyordu. Uyanınca mesai saati başlayan gözler, bu ilk dakikalarda nazlı olurdu hep. Lavaboya geldiğinde eğildi, elini çeşmeye uzattı ve yavaşça açtı. Usulca akan suya, iki elini birleştirip uzattı. Ellerinde biriken suya baktı önce. Parmaklarının arasından su sızsa da avucunda biriken su taşıyordu. Biriken suyu yine yavaşça yüzüne çarptı. Havanın aksine, su soğuktu. İrkildi. Aynı merasimi birkaç defa daha yaptı. Çeşmeyi usulca çevirdi. Akan su azala azala ip gibi ince bir hale büründü önce. Sonra kesik kesik akmaya devam etti. Bir süre sonra da dökülen birkaç damla ile akışı tamamen kesilmişti çeşmenin.Hiç bakmadan kapının arkasına götürdü elini. Bir havlu aldı. Yüzünü havluyla kapatıp öylece durdu. Çeşmeden akan su kanalizasyona karıştığında havlu da ıslaktı. 

Huzurlu uyanışını bir güzel bir kahvaltıyla devam ettirmeye karar verdi. Arkadaşlarının uyanmasını bekleyemedi. Acelesi vardı, çok özlediği sevgilisiyle buluşacaktı. Çok güzel bir gün planlamıştı. Günlerden pazardı. Bütün gün yorulasıya kadar gezeceklerdi. Günün güzelliğini düşündükçe, yapacaklarını kafasında kurguladıkça heyecanlanıyordu. Kahvaltıyı neredeyse unutuyordu. Midesi ona seslenerek açlığını belli edince hatırladı. Canı gözleme çekti. Yakınlarda bir yerde gözleme satan bir yer vardı. Dışarı çıkmadan önce ocağa çay suyu koydu. Çay bağımlısıydı, kahvaltı çaysız olmazdı tabii ki. Dışarı çıkıp o güzel havada yürümeye başladı. Hızlı yürürdü normalde. Ama hızlı yürümek istemiyordu bugün. Güzel havanın, o hafif kızıl gökyüzünün keyfini biraz daha sürecekti bu şekilde. Sanki içine doğmuş gibi, gözlemeleri fazla almıştı bu sefer. Eve döndüğünde dostu uyanmıştı çünkü. Beraber kahvaltı yapmak için her zaman imkanları olmuyordu. Güzel başlayan gün, güzel devam ediyordu. Bir yandan sohbet edip bir yandan da kahvaltı yapıyorlardı. Mutlu olabilmek için çok şeye ihtiyaç yok aslında. Bu kısacık vakit bile onları mutlu etmeye yetiyordu çünkü.

Gün öğle saatlerine geldiğinde, güneş gökyüzünde olabildiğince tepedeydi. Ama en tepeye çıkamıyordu hiç. Sevgilisiyle saat 13:00 gibi buluşacaklardı. Tıraş olmak için banyoya gitti tekrar. Çıktığında yüzü parlıyordu ama en parlak yeri yüzü değil gözleriydi. En beğendiği kıyafetlerini giyip olabildiğince geç dönmek için tekrar çıktı evden. Uzun ve çok güzel bir gün olacaktı. Buluşma yerine erken gelmişti. Beklemeye başladı. Saat 13:00'a yaklaştıkça daha çok heyecanlanıyordu. Sevgilisinin geldiğini gördüğünde artık heyecanını da unutup sarıldı ona sıkıca. El ele tutuşup yavaşça yürümeye başladılar. Yüzü gülüyordu, mutluluk hiç bu kadar hissedilir olmamıştı.

Ankara'nın Cebeci diye bir yerinde Hamamönü adında ufak bir yerleşim yerini gezeceklerdi önce. Ankara'nın eski tarihinin bir parçası yatıyordu burada. Hala ayakta duran eski evleriyle ünlüydü. Ayakta durmaları için tadilat yapılmıştı, bu evler yitip gitmemeliydi. Uzunca bir süre, Hamamönü'nün kısa ve dar sokaklarında, restoran ve kafeye dönüştürülmüş o eski evlerin arasında dolaştılar. İkisi de çayı çok severdi. Hem çay içmek hem de hafiften yorulan bedenlerini dinlendirmek için bir kafeye oturdular. Bu güzel günün keyfini çıkarmanın huzuru devam ediyordu.

Antika dükkanlarıyla ünlü Ankara Kalesi'ydi bir sonraki durak. Buranın çay bahçeleri de çok güzeldi. Asıl Ankara burasıydı aslında. Biz Ankara'yı; Kızılay, Bahçelievler gibi popüler mekanlardan ibaret görüyorken, eskiler Ankara Kalesi'nin olduğu yere Ankara diyordu. Ankara nesilden nesile farklı görülüyordu demek ki.

Antika dükkanlarının olduğu sokağa geldiklerinde plak satan bir dükkana rastladılar.Gramofona olan ilgi ikisinin ortak noktalarından biriydi. Sevgilisi daha önce yolda bir eskicinin arabasında görmüştü bu aleti en son. O gramofonla kim bilir kaç şarkı çalındı kulaklara... Kim bilir kaç kişi dans etti, gramofondan gelen hafif cızırtılı şarkı eşliğinde. Şimdi bir eskicinin arabasında kim bilir, belki de son bir şarkı çalamadan kalkacaktı ortadan. Antika dükkanları insana ne kadar hüzünlü gelse de, o eşyaların hala yaşıyor olduklarını bilmenin sevinci o hüznü yumuşak bir huzura dönüştürüyordu. Antika da olsalar onlar yerli yerinde duruyordu.

Gün, akşam saatlerine yaklaşırken ikisi de oldukça yorulmuştu. Artık kendi evlerine doğru yol alma vakitleri gelmişti. O an, sevgilisinin telefonu çaldı, arayan annesiydi. Dışarı çıkacağını söylemek için aramıştı. Sevgilisinin kardeşi dershanedeydi. Annesi de dışarı çıkacağı için ev boş kalacaktı, eve dönmek istemedi. İlk buluştukları yere, Kızılay'daki Kitapça adlı mekana gitmeyi seçtiler yine. Karşılıklı oturdular, çok yorulmuşlardı. Sevgilisi neredeyse uyuklayacaktı. Bir ara, gözleri istemsizce kapanıp başı öne doğru hafifçe eğildi. Uyukluyordu artık. Sevgilisinin uyukladığını görünce oturduğu sandalyeyi onun hemen yanıbaşına çekti, yanına oturdu. "Başın öne eğilmesin hiç, başını omzuma koy öyle uyu" dedi ona. Elini tuttuğunda sevgilisinin başı omzundaydı.  Elinin sıkıca tutulduğunu hissetti bir an. Sevgilisi uyandığında onun yanında olmayacağından korkuyordu sanki. "Korkma, yanından hiç ayrılmayacağım" diyeceği anda elini tuttuğu el rahatlamıştı. Sevgilisi o sözü duymasa da hissetmişti. Artık uyuyordu. Omzundaki başa kendi başını dayadı yavaşça. Gözlerini kapattı, "seni çok seviyorum" dedi. "Duyuldu mu?" sorusunun cevabını bilemese de, bu söylediğini sevgilisi duymamış olsa da onun bunu zaten bildiğinden emindi.

Telefon çalıyordu. Çalan sesle uyandı, telefona bir süre bakmadı. Gözlerini açtığında yüzü gülüyordu. Aklından tek bir cümle vardı: "Meğer hepsi rüyammış" dedi...

2 yorum:

  1. şimdi bu gerçekten rüya mı değil mi ben anlamadım biraz aptalım sorry :D

    YanıtlaSil
  2. gördüğüm bir rüya bu. hikaye gibi yazayım dedim. :)

    YanıtlaSil