26 Aralık 2010 Pazar

Acil

Hayat; tuhaf. Belli bir yaşa geliyorsunuz ve geldiğiniz o noktada hayat ile ilgili çoğu şeyi bildiğinizi zannediyorsunuz. Ama bilmediğimiz pek çok şey var. Hayatın değerini bildiğimizi zannediyoruz en başta. Ama aslında bilmiyoruz. Biliyorsak bile unutmuşuz, farkında değiliz. İşte böyle bir durumda, yaşadığın bir tecrübe sana o farkındalığı iliklerine kadar hissettiriveriyor bir anda. Beynin yoğun bir algı taarruzuna maruz kalıyor, o bilmediğin ya da unutup farkında olmadığın değerin niceliğini yüzüne çarpıyor hayat.


"Beni tanıdığını zannediyorsun ama en ufak bir fikrin bile yok" dedi hayat, daha önce başkalarına milyonlarca kez söylemişti, söylemeye de devam edecek.


Kardeşimin gece rahatsızlanmasıyla birlikte soluğu acilde alıyoruz. Bir sürü hasta bir tane doktor var. Hastaların aciliyetine göre sarı ve kırmızı renkte bir numara veriyorlar, kardeşimin aciliyetinin rengi sarı. Çok acil değil. Haliyle önceliği  kırmızı renge tanıyorlar. Sarı renkli hastalara sıra gelmiyor, bekliyoruz. Çok acil bir hasta geliyor, doktor onunla ilgilenmeye gidiyor. acilde muayene odasında doktor sayısı sıfır. hastalar ise hala bir sürü.


Acilde olmanın kötü yanı, adı üzerinde aciliyetin yoğun olması. Acile birçok defa gitmiş ama en fazla yarım saat kalmış biri olarak bu seferki yaklaşık 3.5 saatlik bekleyiş benim için hayatın tuhaflığı konusundaki en büyük deneyim oldu diyebilirim.


Acilde beklemeye başlayalı 1 saat olmuşken kardeşim hem yorgunluğun hem de aldığı ilaçların etkisiyle uyuyakalıyor koltukta. Ben öylece etrafı seyrediyorum; fazla bir hareketlilik yok. O sırada kapıya ambulans geliyor. Ambulansı görür görmez sıkılıyorum çünkü arabanın camına bakınca hastaya kalp masajı yapıldığını farkediyorum. Sedye önümden acile doğru götürülürken bir görevli hastaya durmadan kalp masajı yapmaya devam ediyor. Arkadan önce bağırışlar yükseliyor sonra ise bu bağırışların sahipleri yani hastanın ailesi geliyor. Önümden teker teker geçiyorlar, ağlayarak.


Dua etmek aslında insanın kendisini iyi hissetmesi için kullanılan bir savunma mekanizması oluyor bazen. O hasta için dua etmek, hastanın iyileşmesini istememin yanında kendimi de iyi hissetmek adına yaptığım bir eylem oluyor aslında. Çünkü elimden başka bir şey gelmiyor. Bu çaresizliğin vermiş olduğu kötü hissi azaltabilmek adına dua ediyoruz bir yerde. Dua etmenin böyle bencil bir tarafı da var sanırım.


Acilin önünde herkes dua ediyor. Hastayı tanıyan tanımayan, kendi derdi için gelmiş olanlar, kucağında bebeğini acile getiren anne bile acildeki hasta için dua etmeye başlıyor.Gözlerde yaş var. Yanaklardan aşağı akan o yaş hiç kurumuyor. Damla damla akıyor, zamanında inşaat ustalarının döşediği o mermerlere düşüyor yaşlar. Acaba o ustalar döşedikleri mermerlerin sürekli gözyaşına maruz kalacağını düşünüp hüzünlenmişler midir?


Hasta hayatını kaybediyor. Bağırışlar, hıçkırıklar, edilen dualar yerini çığlıklara bırakıyor. Dua etmek için kaldırılan o eller artık havada değil, yüzlerde birleşiyor. Öyle yüksek öyle rahatsız edici ki o çığlıklar, o an insanın tek dilediği şey duyma yetisini kontrol edebilmek oluyor. Duymamak gibi bir seçeneğimiz olsa keşke diyorum içimden. Böyle anlarda kulağımızı seslere kapatabilsek... Bencilce...


Hayatını kaybeden hastanın annesi çöküyor bir koltuğa. Oğlu için ağıt yakıyor. Diğer aile fertleri annenin yanında. Onu sakinleştirmeye çalışıyorlar ama nafile. Kendileri de sakin değiller. Eller, ayaklar titriyor istemsizce. Gözyaşları o mermerleri aşındırmıyor pekala ama yürekleri aşındırdığı aşikar. Yanımda benim annen ağlamaya başlıyor. Daha fazla dayanamayıp dışarı çıkıyor.Kardeşim hala uyuyor. Aldığı ilaçların etkisine şükrediyorum o anda. Uyanmasın, kardeşim de bu hasta haliyle kötü olmasın diye diye geçiriyorum içimden.


Kadın bir şeyler anlatıyor çevresine. Aslında onlarla konuşmuyor, sadece konuşuyor. Belki oğlu duyar diye. Duyduğum bir cümle ile tüylerim diken diken oluyor. "Üç oğlum vardı üçünü de kaybettim" Bu cümleyi duyduğumda çevremle alakam bir süre kesiliyor. Kadının dediklerini duyuyorum ama anlamıyorum. Duyduğum o cümle öyle yoğun bir etki yapıyor ki beynim kulağıma gelenleri algılamıyor artık. Kendime geliyorum hemen. Kadın, acısını anlatmaya devam ediyor. İki oğlunu hastane kapısında kaybettiğini, diğer oğlunun ise askerde şehit olduğunu söylüyor. Hastanenin girilmek istenecek en son kapısındaki ikinci bekleyişi de acı ile sonuçlanıyor.


Empati kurmaktan nefret ediyorum bazen. Üç oğlunun kaybeden bir annenin duygularını, düşüncelerini hayal bile edemiyorum, beynim bunu kaldırmıyor. Midem kötü oluyor ama oradan ayrılamıyorum da. Sanki ayrılırsam kadını yalnız bırakacakmışım gibi geliyor. Orada durmak, konuşamasam bile yanında olduğumu hissettirmek istiyorum yaşlı gözlerle.


Hayatın normal düzeninde çocuklar anne-babalarının ölümünü görürler. O annenin hayatın ters yönünü üç defa yaşamasını tanımlayabilmek çok zor.


Yaklaşık 1 saat geçiyor. Ortalık biraz sakinleşiyor. Kadını bir odaya alıp sakinleştiriyorlar. Acil yine eski sakinliğine dönüyor, sanki hiçbir şey olmamış gibi. Ben kendi hayatımı düşünmeye başlıyorum. Kendi hayatımda "dert" dediğim şeyleri düşünüyorum. Suçluluk duyuyorum. En büyük derdim bile o kadının derdinin yanında karınca-fil kıyaslamasına bile denk gelmiyor. Dert edindiklerim için ne kadar üzüldüğümü, ağladığımı düşünüyorum. Sonra kadının derdiyle, üzüntüsüyle, acısıyla kıyaslıyorum. Suçluluk duygum gittikçe artıyor. Hayatın değerini unutacak kadar ne derdim var ki? Annem-babam yaşıyor, sağlıklılar. Kardeşlerim yine öyle. Sevincimi paylaşabileceğim, üzüntümü anlatabileceğim dostlarım var. Onu düşününce mutlu olduğum, aşık olduğum çok güzel bir kadın var hayatımda. Hayatımda eksik olan şeyleri düşünüyorum sonra. O kadının hayatındaki eksiklerle kıyaslayınca elimde koca bir hiç kalıyor. Dert edinip kendimi umutsuzluklara sürüklediğim dertlerin aslında o kadar da dert olmadığını anlıyorum. Üç oğlunu kaybeden o anneyle oturup dertleşsem, "benim de böyle böyle dertlerim var" desem, kadın kalkıp "bunlar da dert mi be?" deyip bir tokat atsa bana tek kelime edemem.


Hayatınızı düşünün. Dertlerinizi. O annenin derdiyle kıyaslayın. Hiçlikler denizinde yüzen  boş bir saldan bir farkımız olmadığını fark edebilirsiniz. Ben fark ettim, ya siz? Böyle bir deneyim yaşamadan fark etmeniz dileğiyle...

19 Aralık 2010 Pazar

Pilav

Gece yemek yemeden uyuyamayan bir insan olarak her gece olduğu gibi dün gece de acıkmışken yemek yiyeyim diye daldım mutfağa, artık ne varsa yemekte onu ısıtayım diye düşünmekteydim. Pilav vardı akşam yemekte. Çok yapmış annem bu sefer. Tencereyi koydum aygaza, altını yakacağım. Annem mutfağa geldi o sırada. "1 tabak yemek için koca tencereyi ısıtma" dedi. Tamam dedim, ufak bi tavaya koyup kendime göre ısıtayım diye düşünerek elimi attım tavaya. Annem durur mu? yapıştırdı cevabı: "1 tabak yemek için pisletme tavayı!" Haydaaa. Pilav bu, soğuk soğuk da yenmez ki kardeşim pardon annecim. lskfjsldfj

Diyeceğim o ki, Clark Kent gibi gözlerimden ışık ışını(oeehh) yayamadığım sürece gece yemekleri derdim hiç bitmeyecek. Ayrı eve çıksam da "yemek yedin mi? ne yedin? makarna yiyip durma" diyecek ki o her annenin en önemli kozudur.

Soğuk soğuk pilav yenmez anne. O tava kirlenecek!